Dr. Emin Yeğinboy

Dr. Emin Yeğinboy

yeginboy@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Bazı filmler büyük olaylar, dramatik kırılma anlarıyla seyirciyi etkileyecek hikayeler anlatmazlar. Atmosferle, karakterlerin iç dünyalarını yansıtan, yönetmen ve oyuncu dokunuşlarıyla etkileyici olurlar. “The Dig” işte böyle bir film. Orijinal adının işaret ettiği gibi bir kazı çevresinde yaşananlara tanıklık ediyoruz. İngiliz kırsalının hüzünlü, bulutlu havası, üzerimize siniyor. 1939, İkinci Dünya Savaşı yılları, Alman orduları, Polonya’yı işgal etmiş, İngiltere kendisine doğru yaklaşmakta olan savaşın tedirginliğini yaşıyor. Merhum kocasından kalan malikane topraklarında yer alan höyüklerin altında tarihi kalıntılar olabileceğini düşünen Bayan Edith Pretty (Carrey Mulligan) kazı için arkeolog arar. Arkeolog olmamasına karşın kazı konusunda çok deneyimli olan Basil Brown (Ralph Fiennes) ile anlaşır. Basil arkeoloji tahsilini maddi zorluklar nedeniyle tamamlayamamasına karşın bir arkeolog kadar bilgili, tutkulu ve deneyimli bir kazıcıdır. Kazı süreci ilerledikçe toprak altından bir gemi iskeleti ortaya çıkmaya başlar. Hangi çağa ve hangi medeniyete aittir? Önce Vikinglere ait olabileceği varsayılır. Dönemi anlayabilmek için sikke, altın gibi geriye kalmış hazine kalıntılarına ihtiyaç vardır. Kazı iyi sonuçlar vermeye başladıkça, Britanya Müzesi yetkilileri ilgilenir ve kazı alanına arkeolog ekibi gönderir. Hazıra konmak işlerine gelecektir. İlk iş olarak Basil’i gönderirler. Bayan Pretty kararlıdır ve Basil’i tutar.
“Ölmüyoruz, sürekliliği olan bir şeyin parçasıyız” der Basil kalp kapakçığından hasta olan, “Ölüyoruz ve hayat bitiyor” diyen işvereni Bayan Pretty’e. Öykünün temelinde Basil’in fikirleri gibi toprak altına gömülen geçmişin yaşamın sürekliliğinin bir kanıtı olduğu, bugünü ve yaşamı anlamamıza yardımcı olabileceği ana fikri var. Basil’in finalde hazinelerin alınmasından sonra kazı alanını bozmadan tekrar kapatması geçmişe saygısından, gelecek kuşakların aydınlanması için bir ipucu bırakmak istemesinden kaynaklanıyor.
Tiyatro kökenli yönetmen Simon Stone, şiirsel bir sinema diliyle karakter ağırlıklı bir öyküye hayat vermiş. Uzak çekimlerle doğayı mümkün olduğu kadar fazla kadrajlarına hapsetmiş. Görüntü yönetmeni Mike Eley kadrajlama ve ışık konusunda mükemmel tercihler yapmış. İlk bölüme kazının başlaması dersek ikinci bölüm yeni karakterlerin eklenmesiyle kazı çevresindeki insanlar olarak tanımlanabilir. Bu bölümde yan karakterlerin ilişkilerinin ön plana çıkması romanın senaryo üzerindeki etkisini artırmış.
Filmin hüzünlü atmosferi dönemi yansıtmakta çok etkileyici. Yaklaşan savaşın korkusu, müzmin hasta Bayan Pretty’nin solgun yüzü, geçmişin toprak altından çıkması, Britanya’nın kasvetli havası, kırsalının taş evleri. Hepsi çok kıvamında kullanılmış. Terence Mallick sinema dilini anımsatıyor. Öykü, 1939 yılında yapılan ve Britanya’nın karanlık dönemi olarak tanımlanan 6. yüzyıla kalıntıların bulunduğu Sutton Hoo kazısının hikayesi. 2007’de yayımlanmış John Preston’un romanının bir uyarlaması.
Oyunculuklara kelimenin tam anlamıyla İngiliz havası hakim. Ralph Fiennes hayatı arkeolojiyle anlamlandıran Basil karakterinde küçük mimikler ve hareketlerle nasıl oyunculuk yapılacağını adeta dersini veriyor. Keza Carrey Mulligan geçmişte yaşayan, solgun karakter Pretty’de çok etkileyici. Diğer yan rollerde çok iyi bilhassa küçük Robert (Archie Barnes) öne çıkıyor.
Sakin akışıyla etkileyen bir film izlemek isteyenler Netflix’de kaçırmasın.