Dr. Emin Yeğinboy

Dr. Emin Yeğinboy

yeginboy@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Film kuramcısı David Bordwell, beyazperdede anlatıyı seyirciye ip uçları verme süreci olarak tanımlar. Dramatik yapı bu şekilde seyircinin kafasında kurulur. Sanat sineması ve deneysel film kalıplarında ise iş değişir der. Burada nesnelle, öznel gerçekçilik iç içe geçebilir, ip uçları belirsizleşebilir, seyirci zorlanabilir. Her şeyden önce karakterin gerçekliğinin sorgulanması, uzun çekimler ve tuhaf açılar gibi biçimlerin kullanılması, olay örgüsünü geri plana atabilir, karaktere odaklanan bir anlatıyı ön plana çıkarabilir. Bu kurama dört dörtlük uyacak bir film, Netflix’de yeni gösterime giren ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’. Ne kadarı gerçek ne kadarı bilinçdışı seyircinin yorumuna bırakılan öykü, dram, gerilim, kara komedi, müzikal arasında gelip gidiyor.
Karmaşık öykülerin uzmanı sayılabilecek Charles Stuart Kaufman: ‘John Malkowich Olmak’ (1999), ‘Adaptation’ (2002), ‘Sil Baştan’ (2002) gibi filmlerin senaristi olarak tanındı. Yazıp, yönettiği son iki filmi ‘Synecdoche New York’ (2008) ve animasyon türünde ‘Anomalisa’ (2015) sonrası son filmi de ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.’ Bu filmi izlerken ip uçlarını yakalamak konusunda bazı tüyolar yazımın içinde var.
Bu kez Ian Reid’in 2016 tarihli içsel bir monolog gibi yazılmış romanından uyarladığı öykü, seyirciyi David Lynch’ vari gidişli/dönüşlü bir yolculuğa götürüyor. Yolculuklar sırasında, iki kişi arasındaki sohbetler filmin en güçlü yanlarından birisi. Konuşmalarda hayat, şiir, sanat üzerine yoğunlaşıyor. Karlı bir günde başlayan yolculuk sonunda Jake (Jesse Plemons) yeni kız arkadaşını (Jessie Buckley) ailesiyle tanıştırmak niyetindedir. Çiftlikte yaşayan ebeveynleri bir akşam yemeği daveti yapmışlardır. Daha yola çıkarken, kız arkadaşının arabanın penceresinden dışarıya bakarak, ilişkiden olan mutsuzluğunu ifade edercesine, “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum” diye mırıldanması bir şeylerin yolunda olmadığını vurguluyor. Jake en azından bir şeyleri sezinlediği intibaını verir.
Filmin öyküsünü anlatmaya başlarken, spoiler vermemek mümkün değil. Bu yüzden yazının geri kalanını okumak size kalmış. Ebeveynlerin akşam yemeği davetine katılmak için yola çıkan ikili arasında, yol boyu ilginç, diyalog sevenler için, not alınabilecek konuşmalar geçer. İkilinin çiftliğe varmasıyla filmin havası aniden bir gerilim atmosferine girer. Evin tekinsizliği, soğukluğu, eskiliği insanı ürpertir. Ebeveynlerin misafirleri bekleterek karşılamaları, yemek masasındaki tuhaf davranışları alttan alta bir korku filmi havası yaratır. Evde her oda kapısının ardında çıkan yeni bir gerçek, gerilimi arttırır. Toni Colette ve David Thewlis tarafından canlandırılan ebeveyn karakterleri zaman atlamaları içinde, farklı yaşlarda, daha genç, daha yaşlı, bakıma muhtaç durumlarda karşımıza gelir. Filmin lineer akış takip etmediğine artık emin oluruz. Gerçeğin ip uçları bir yerlerde saklanmıştır. Nerededir?
Artan kar yağışı altında dönüş yolculuğuna geçen çift, farklı sohbetlere ve duraklara uğrar. Kızın bir an önce geriye dönmek için ısrarlarına rağmen Jake sevdiği dondurmacıya (Lapa lapa yağan kara rağmen) ve sonunda mezun olduğu liseye gitmek te kararlıdır. Yolculuk lisenin koridorlarında ve bir konferans salonunda noktalanır.
Film gidiş yolculuğu, ev ziyareti ve dönüş yolculuğu olarak üç bölüm. Seyircinin en başta anlam veremediği lisenin yerlerini süpüren, camlarını silen yaşlı hademe gittikçe önem kazanıyor. İlk bölümde anlam veremediğimiz şekilde kısa kısa karşımıza çıkan bu karakter final bölümünde öyküye damgasını vuruyor. Her şeyin anahtarı oluyor.
Öykü sürekli kaygan bir zeminde ilerliyor. Örneğin kadın karakter sürekli yeni kimliklere bürünüyor. Lucy olarak başlayıp arada Yvonne, Louisa karakterlerine girip çıkıyor. Jenerikte ise sadece genç kız olarak adı geçiyor. Gerçek bir karakter mi yoksa zihinsel bir kimlik mi? Seyirciye sunulan puzzle içinde en zorlayan kısım oluyor.
Oyunculuk başarılarından ayrı ayrı bahsetmek gereksiz. Takım halinde müthiş performanslar var. Hele ebeveyn karakterlerde Colette ve Thewlis döktürmüşler. Kamera arkasındaki Polonya asıllı usta Lucasz Zal (en son Soğuk Savaş ile Oscar adayı oldu) kullandığı renk paleti, dar alandaki kamera yönetimi, karlı havayı tekinsizlik atmosferi olarak kullanması, kusursuz bir klostrofobi yaratıyor.
Öykünün karanlık, keşfedilecek dehlizleri, ilginç diyalogları ve müthiş atmosferi, bu yılın en iyileri arasında yer alacak filmlerinden birisini karşımıza getiriyor. Sinemanın farklı tatları arasında lezzetli olanlarından.