75 yıl önce, 101 pare top, cumhuriyeti ilan ederken, önderlerimizin büyük vizyonları, milletimizin coşkulu umutları vardı. Bağımsız, çağdaş, uygar, demokratik, refaha ermiş bir Türkiye...
Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde yeni Türkiye, hem dış düşmanları püskürtmüştü, hem de içerdeki "bedbahtlar"ı dize getirmişti. Emperyalizmi yenerken, saltanatı ve hilafeti sona erdirdi. Ve yalnızca 20. yüzyılda değil, yakın çağlarda benzeri az görülmüş bir devrim yarattı.
TC'nin kurucusu ve çalışma arkadaşları saygındı, haysiyetliydi, halkseverdi, ilerici ve adildi. Nice dünya liderlerinin Atatürk'e hayranlıklarını dile getirirken güçlü ifadeler kullanmaları ilginç ve isabetlidir: Charles de Gaulle "O dünya önderlerinin en büyüğüydü, çünkü ulusunu çağdaşlaştırdı," demiştir. İsrail Başbakanı David Ben - Gurion şöyle demişti: "Ondan üstün bir
devlet adamı tanımıyorum." Kennedy'nin gözünde Atatürk "yüzyılımızın yüce kişilerinden biri"ydi. Ve Yunanistan Başbakanı Venizelos, Atatürk'ü 1934 Nobel Barış Armağanı'na aday gösterirken şöyle yazmıştı: "Bir ulusun hayatında bu kadar kısa bir sürede bu denli değişiklik pek seyrek gerçekleşir... Bu olağanüstü işleri başaranlar, hiç kuşkusuz, kelimenin tam anlamıyla "büyük adam" niteliğine hak kazanmışlardır. Ve Türkiye bununla ne kadar övünse hakkıdır."
Atatürk, ölümünden 60 yıl sonraki Türkiyemize baksa, gerçekleşen kalkınmaya elbette candan sevinirdi. Ama, birçok alanlarda, özellikle siyasal ahlakın düşmesi yüzünden doğan perişan durumumuza, kimbilir, nasıl üzülürdü.
75 yıl sonra, ulusal coğrafyamız uluslararası mafyanın eline düştü. Uygarlığa yöneliyorduk, yamyamların kucağında bulduk kendimizi. Ülke vizyondan uzaklaşıp televizyona tutsak oldu. Coşkular kuşkuya dönüştü. Ulusal egemenliğin yerini kara parasal egemenlik aldı. Geldi yerleşti devlete yüzlerce çete. Ve bunca suç, rezalet, yolsuzluk... Bunca sefalet, ıstırap, adaletsizlik... İçerde bu kadar baltalama, çevremizde ve uzaklarda bu kadar düşman... İçi kan ağlardı Atatürk'ün gelip görse.
Ama 75 yılın başarılarını yabana atmamalıyız. Cumhuriyet'in ilk yıllarında soba bile yapamıyorduk, şimdi gökdelenler yapıyoruz, makineler ihraç ediyoruz. Hariciyeye memur bulmak için, İstanbul'dan Ankara'ya gelen trenden kravatlı adam inmesi beklenirdi; bugün dünya çapında nice diplomatlarımız var. Ankara'nın elektriğini yapacak elektrik mühendisi bulunamamıştı tüm ülkede, bir orman mühendisine havale edilmişti iş. Şimdi önde gelen yabancı üniversitelerde bölüm başkanlığı yapan elektrik mühendisliği profesörlerimiz var. Her alanda varlık gösteriyoruz, adımızı duyuruyoruz.
Cumhuriyet'in 100. yılı için düşlerimiz neler? 75. yılı umduğumuz sevinç ve övünçle kutlayabiliyor muyuz? Asıl bayramımız 25 yıl sonra mı kısmet olacak? 1923'ten beri kurulan düşler gerçekleşecek mi?
Son yıllardaki ahlaki düşüşten kurtulacak mıyız? İçimizdeki, yakınımızdaki, uzaklardaki düşmanlarımız artık dost olacak mı? Yeniden güzel düşler, yüce başarılar toplumu olarak yaşayabilecek miyiz?
1969'da Milliyet'in ikinci sayfasının sol üst köşesinde haftanın yedi günü yazılarıma başlerken gazetenin o zamanki sahibi Ercüment Karacan demişti ki: "Her konuda yazabilirsin - iki konu hariç: 1. Bize reklam veren büyük şirketler ve bankalar hakkında olumsuz herhangi bir şey yazamazsın. 2. Başka büyük gazeteler hakkında iyi ya da kötü hiçbir şey yazma yok." 1982'de Milliyet'te yeniden yazmaya başladığımda Aydın Doğan hiçbir kısıtlamadan söz etmedi. 16 yıldır, hiçbir yazıma itiraz etmedi; herhangi bir konuda yazmamı istemedi benden. Aydın Doğan düşünce ve ifade özgürlüğüne inanır; yazarlarına müdahale etmeyi aklına getirmez bile.
Milliyet, iki hafta, çetin bir olay yaşadı. Çalışmalarının örnek hareketleriyle ve Aydın Doğan'ın yuvaya dönüşüyle, yalnız bizlerin değil, bütün milletin sevincini ve alkışlarını kazanan mutlu bir sonuç alındı. Şimdiden sonra Milliyet her zamankinden de güçlü. Yine dürüst, bağımsız, vatansever, objektif, ulusun ve okurların hizmetinde... Hoş geldiniz, dost Aydın Doğan, var olun.
Yazara E-Posta:
T.Halman@milliyet.com.tr