Ölüm cezası, epeyce tartışmalı bir arka plan ile yeniden tartışmaya açılmış durumda. Ölüm cezası ‘açılımının’, en az kendisi kadar ilginç dayanak noktalarından birisi, affetme yetkisinin insan öldürme fiilleri bakımından devlete ait olmadığı, mağdurun ailesine ait olduğu saptaması. Bu tespitin cezalandırmanın kaynağını speküle etmesi dolayısıyla felsefi ve tarihsel olarak ilginç bir konuya temas ettiği ve esas olarak, hadd ve tazir cezaların yanında kısas ve diyeti öngören İslam ceza hukukuna gönderme yaptığı açık. Nitekim bu esaslara dayanan bir ceza sistemini benimseyen Suudi Arabistan ve İran’da kısas ve diyetin uygulandığını biliyoruz ve bu ülkelerdeki uygulama zaman zaman Uluslararası Af Örgütü’nün ağır hak ihlalleri raporlarına yansıyor (bkz. Amenah Bahrami olayı). Fakat, bu ülkelerde şer’i hukukun bir tezahürü olarak ortaya çıkan diyet ve kısas uygulamasının sistemimize ne kadar yabancı olduğunu belirtmeye gerçekten lüzum var mı?
Bu tartışma siyasi iktidarın en yetkili sözcüsü, Sayın Başbakan tarafından başlatıldığına göre bazı kısa hatırlatmalar yapmak zorunlu görünüyor. Öncelikle, sadece cumhuriyetin değil, Osmanlı’nın da, 19. yüzyılda iki önemli adım ile, 1810 Fransız Ceza Kanunu’na dayanan 1858 Ceza Kanunname-i Hümayun’un yürürlüğe girmesi ve Nizamiye Mahkemeleri’nin kurulması ile, Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabında ayrıntılı olarak çözümlediği gibi, ‘Avrupa’yı takip ettiğini belirtmek gerekir.
MAĞDURUN KONUMU
Osmanlı’nın ‘Avrupa’ hukukunu takip ettiği bu dönem, ceza hukuku ve adaleti bakımından ciddi bir dönüşümün Kıta’da geride kaldığı yıllardır. Birincisi, Avrupa’da, suç fiili ‘bireysel öcün’ dışında kamusal bir ihlal olarak tanımlanmış, savcılık kurumu ihdas edilerek suçun kamu adına soruşturulması ve bağımsız mahkemeler yoluyla yargılanması ve karara bağlanması öngörülmüştür. Mağdur veya mağdurun ailesi, bu sistemde sadece yargılamaya ‘katılan’ taraftır, suçlunun akıbetine ilişkin karar verme yetkisine sahip değildir. Avrupa’da, bu tarihlerde, ikinci büyük dönüşüm ise cezanın nevi’nde yaşanmıştır; hapishaneler, suçluların yargılamayı bekledikleri veya borçluların tutuldukları tutukevleri olmaktan çıkıp esasen yeni bir ceza olan ‘hapis’ cezasının infaz edildiği yerlere dönüşmüştür. İktisadi, sosyolojik ve siyasi dinamiklerle ortaya çıkan bu makro dönüşüm varlığını aynı zamanda aydınlama düşüncesi ile gelişen ve temel çıkış noktasını Beccaria’nın ‘Suçlar ve Cezalar Hakkında’ kitabında bulan, hümanist hareket ve söyleme borçludur. Gerçekten 19. yüzyıla gelindiğinde Michel Foucault’nun Hapishane’nin Doğuşu’nda ayrıntılı olarak tartıştığı gibi ölüm cezası yaptırım sistemindeki merkezi konumunu hapis cezasına bırakmıştır. Üçüncü ve ölüm cezası ile bağlantılı bir diğer gelişme ise, aynı dönem yapılan uluslararası ceza hukuku kongrelerinin de etkisiyle suçlu bireyi topluma yeniden kazandıracak ‘ıslah’/’rehabilitasyon’ düşüncesinin Avrupa kanunlaştırma hareketlerinde baskın eğilim haline gelmesidir. Dolayısıyla, ölüm cezası karşıtlığının aydınlanma düşüncesi ile temellenen Avrupa orijinli bir itiraz, tasavvur olduğunu, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan ağır yaşam hakkı ihlallerine karşı bir tepki olarak giderek güçlendiğini burada kısaca belirtmekle yetinmek gerekir. Avrupa veya ortak bir Avrupa ceza hukuku düşüncesinin gelişimi ile de bu kabul ulusüstü belgelerde kendisine yer bulmuştur.
iNSAN ONURU KRİTERİ
Nitekim bizim de taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol 6 ve 13 ile ölüm cezasına savaş halinde dahi başvurulamayacağı hüküm altına alınmıştır. Avrupa’da ölüm cezasının kaldırılması uzun bir süreçtir ve doğrudur bu süreç, Fransa-Cezayir savaşı, Franco İspanyası gibi ‘istisna’ dönemlerle (Carl Schmitt’in terminolojisi ile) ciddi ölçüde kesintiye uğramıştır. Fakat esasen geçen yüzyılın son çeyreğinde, ne IRA karşısında İngiltere’de, ne ETA karşısında İspanya’da ölüm cezası bir cezalandırma yöntemi olarak benimsenmiştir. Özetle, Avrupa’da ölüm cezası olağanüstü hal rejimlerinde bile kabul görmeyen bir infaz biçimidir. Çünkü, Avrupa’da cezalandırma, yukarıda belirtildiği gibi kural olarak suçlunun ıslahının mümkün olduğu varsayımına dayanır, nitekim af imkanı tanımayan müebbet hapsin anayasaya uygun olmayacağı sıklıkla belirtilmektedir (bkz. örneğin, Alman Anayasa Mahkemesi’nin 1977 yılında hukuk devleti ve insan onuru kriterleri çerçevesinde verdiği karar; Bundesverfassungsgericht 45/187). Dolayısıyla, Avrupa’da İspanya, Portekiz ve Norveç gibi ülkelerde müebbet hapis düzenlemesinin dahi olmamasını böyle bir zihniyetin ve algının dışavurumu olarak değerlendirmek gerekir.
AMERİKAN SİSTEMİ
Avrupa’dan farklı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde ceza adaleti belli suçlu kategorilerinin elimine edilmesi ve ‘sıfır tolerans’ düşüncesini temel alır. Her ne kadar, Amerika’da ölüm cezası bazı eyaletlerde tedrici olarak kaldırılmış ise de, bazı eyaletlerde yürürlükte olduğu gibi, 2000’li yıllara kadar çocuklar da bu cezanın konusu haline gelebiliyordu. Amerika’da, ölüm cezası uygulamasına rağmen, yaygın olarak dile getirildiği gibi, bu cezanın diğer cezalardan daha ‘caydırıcı’ olduğu konusunda bir veri elde edilememektedir. Nitekim Amerika suç ve cezaevi istatistikleri bakımından listenin en üst sıralarındadır ve cezaevi nüfusunun genel nüfusa oranı Uluslararası Cezaevi Çalışmaları Merkezi verilerine göre her 100,000 kişide 730 kişi gibi rekor bir rakam (dünya birincisi) olarak tespit edilmektedir. Dolayısıyla, pragmatik gerekçelerle dahi Amerikan sisteminin örnek gösterilmesi mümkün görünmemektedir.
BREİVİK KARARI
Buna karşılık, ölüm cezasının olmadığı İskandinavya ülkelerinin (başta Finlandiya olmak üzere, İsveç ve Norveç) suç işleme oranı ve cezaevi nüfusu bakımından öteden beri model alınan ülkeler konumunda olduğunu belirtmemiz gerekir. Nitekim, Anders Breivik’in katliamı sonrasında bu yaklaşımın değişmediği, reaktif bir düzenlemeye gidilmesinin söz konusu olmadığını görebiliyoruz. Çünkü, akıl hastalığı ile malul olduğu tespit edilen Breivik’in katliamı ile ilgili esas meselesinin, ölüm cezasının düzenlenmemiş olması veya mevcut cezaların yeterince caydırıcı olmaması değil, Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın olduğu yerinde bir biçimde tespit edilmiştir. Toplumsal meselelerin ceza hukuku ile çözülemeyeceği Avrupa’da asgari bir kabuldür. Dolayısıyla, Avrupa’da ölüm cezasının, bu ceza ile ilgili olarak gelişimi yukarıda belirtilen süreçler, kabuller ve Türkiye açısından da bağlayıcı uluslararası sözleşmeler dolayısıyla, yeniden gündeme gelmesi söz konusu değildir.
Yakın tarihinde olağanüstü yargılamalar ve idam cezası pratiği ile yüzleşen Türkiye açısından ölüm cezasının bugün tartışılıyor olması ise trajik bir gelişme olarak kaydedilmelidir. Ölüm cezasının Türkiye iç ve dış siyaseti bakımından nasıl bir anlam kazanacağı, dahası tartışmanın kısa vadeli güncel politik bir hamle mi olduğu, siyasi iktidarın yeni döneme ilişkin yaklaşımının bir göstergesi olarak mı yorumlanması gerektiği henüz bilinmiyor. Fakat tartışmanın Türkiye’de insan hakları algısını olumsuz bir biçimde etkileyeceği ve yargılama pratiklerinde ifadesini bulacağı açık. Bu tartışmada, Avrupa Birliği üyeliği için aday ülkeler bakımından yükümlülüklerin hatırlatılıyor olması bu bakımdan bir durum tespiti olarak doğru, ama yetersizdir. Türkiye’nin yakın geçmişi hâlâ Yassıada, 12 Mart ve 12 Eylül idamlarının travmatik etkisinden kurtulmuş değildir. Bir ceza olarak ölüm, koşulsuz bir biçimde ilkesel olarak reddedilmelidir.
Yrd. Doç. Dr. ÖZNUR SEVDİREN
1998 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin ardından, 2003 yılında, İngiltere’de Sheffield Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisansını, 2010 yılında Almanya’da, Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora öğrenimini tamamladı. Halen Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi ceza ve ceza usul hukuku anabilim dalı öğretim üyesidir.
DÜŞÜNENLERİN DÜŞÜNCESİ
Avrupa’da ölüm cezası olağanüstü hal rejimlerinde bile kabul görmeyen bir infaz biçimidir çünkü cezalandırma, suçlunun ıslahının mümkün olduğu varsayımına dayanır. Türkiye’nin ise yakın geçmişi hâlâ Yassıada, 12 Mart ve 12 Eylül idamlarının travmatik etkisinden kurtulmuş değildir. Bir ceza olarak ölüm, koşulsuz ve ilkesel olarak reddedilmelidir