ORTALIK
yine Orhan Pamuk fırtınasıyla toz duman. Daha kitap piyasaya sürülmeden basında sayfa sayfa konuşmalar, tanıtım değerlendirmeleri yayımlandı, ardından genellikle
güncel siyasal ve toplumsal olaylarla ilgilenen köşe yazarlarının
edebi eleştiri'ye merak sardığı görüldü. Olacaklar,
Benim Adım Kırmızı'nın ilk baskısının 50 bin adet yapılacağının açıklanmasıyla bir anlamda belli olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, yazın dergilerinde olduğu kadar magazinlerde ve gazetelerde de Orhan Pamuk üzerinde söz almak artık bir
teamül haline gelmiş bulunuyor. Lehte olsun aleyhte olsun, Orhan Pamuk üzerine konuşmak, yazarlarımızın kendi kalemlerinin gücüne inanmalarını sağlıyor belki de. 50 binlik ilk baskı tirajı, başarının delili sayıldığı gibi, romanın tecimsel olduğu kanısını da besledi. Hemen belirteyim: Bir yazın yapıtının
değeri tirajla doğrudan bağlamlı bir olgu değildir. Az satan her kitap başarılı olmadığı gibi çok satan bir kitap da, sadece bu yüzden başarısız sayılamaz.
Orhan Pamuk, ilk romanı
Cevdet Bey ve Oğulları'ndan itibaren, yazın dünyasının da basın dünyasının da ilgisini çekmiş, başarı grafiğini hep tırmandırmıştır. Althusser'in "masum okuma diye bir şey olmadığı" yolundaki düşüncesini paylaştığımdan, şu ana kadar yapılmış okumaların yanında durması amacıyla ve masum olmadığını peşinen kabul ettiğim ve yine Althusser'in vurguladığı biçimde
belirtisel (semptomatik) bir
Kırmızı okumasını yazın / kültür dergilerinden birinde yapacağım. Burada, Pamuk'un
son romanıyla ilgili şimdiye kadar okuduğum değerlendirmelerin büyük bölümünün bir
ön kabule dayandığını düşündüm ve eleştirel düşünce adına eni konu tedirgin oldum. Bir anlamda Batı'dan Türkiye'ye
ithal edilen bir yazar konumu kazanmakta olan ve ne olduğu pek kesinlenemeyen, politik / ideolojik aidiyetini romanlarında değil yürüyüşlerde ve yabancı basında yer alan demeçlerinde göstermeyi tercih eden Pamuk'u hemen herkes peşinen eleştiri üstü kılmaya yatkın görünüyor. Dolayısıyla övgüler de
endaze, ister istemez kaçırılıyor.
İki örnek vereceğim: Gündüz Aktan, 9 Ocak tarihli
Radikal'de yayımlanan yazısına "Büyük Yazar" başlığını atmakta hiçbir sakınca görmüyor. Bu kişisel kanısıdır son kertede. Ama, Pamuk'un
Beyaz Kale'ye yaptığı
açıklayıcı ekin, kitabın birinci ve ikinci basımlarında bulunmadığını, bu ekin romanın esin kaynakları başka yazarlarca saptandıktan sonra yapıldığını okurlara anımsatmamayı tercih ediyor. Aktan, ikiz kavramına ilişkin yorumları, Pamuk'a "üstün sezgisiyle keşfettirmesi" biraz tuhaf kaçıyor. Aktan, Pamuk'un biraz çabayla "Dostoyevski'yi deha yapan" döneme gireceğini okurlara muştulamaktan da geri kalmıyor.
Yavuz Selim Karakışla ise
Virgül dergisinin Ocak sayısında yayımlanan "Gülün Adı Kırmızı" başlıklı yazısında
Kırmızı'nın "kesinlikle
dünya edebiyatının klasikleri arasına girmeye aday bir kitap" olduğunu öne sürüyor. Bunu da bir öngörü sayalım. Ama
Kırmızı'nın Eco'nun
Gülün Adı adlı romanıyla hısımlığı olduğunu öne süren de kendisi. Burada
metinler arasılık (intertextuality) kavramının anlam alanının fazla geniş tutulup tutulmadığının artık tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Metinler arasılığın nerede bittiği ve
intihal'in nerede başladığı sorgulanmalıdır. Konu, izlek, olay örgüsü gibi teşhis edilebilen benzerlikler intihal sayılmasa bile metinler arasılık olgusu bile, bir romanın "dünya klasikleri arasına girmeye aday olmasının" önüne büyük engeller diker.
Gülün Adı'nın kendisi henüz klasik olamamışken.