Ben bu işten bir şey anlamadım!.. Adamlar kendi ülkelerinde yüzlerce milyon dolara yaptıkları stadlarında, kendi seyircilerinin karşısında, kendi toplarıyla oynuyorlar... Ne dayılanma, ne tekme, ne de hakemin üstüne yürüme...
İnşaatında başlayıp antrenmanında devam eden alın terleri kurumadan Dünya Kupası’na veda ediyorlar, tribündeki bir avuç Türk’ten bir tanesine bile şöyle okkalı bir kafa yapıştıramıyorlar. Sokakta omuz vurmuyorlar.
İnsan pet şişe atar, tükürür değil mi?...
Aslında çok güzel kılıçları da var... Acaba neden stada getirmiyorlar?
Yok. Öylece duruyorlar hipnotize olmuş gibi. FIFA’nın Collina’yı tayin etmesinden bir komplo teorisi bile üretemiyorlar.
Yeniliyorlar; kimi ağlıyor, kimi tebrik ediyor. Koltukları kırıp tribünleri ateşe vermiyorlar.
Evet, evet... Kendilerini yarışın dışında bırakıp, çeyrek finalistten ağırlama komitesine çeviren Türkleri kutluyorlar.
Bu Japonlar’ın "milli hisleri" sıfırı tüketmiş kardeşim.
Desek... Ağzınızı bırakıp başka bir yerinizle gülersiniz elbet.
Biliyorsunuz ki, en az bizim ülkemizi sevdiğimiz kadar seviyorlar Japonlar Japonya’yı...
Ama onlarınki üreten sevgi... Hamarat ve verimli.
Ve saygılı sevgi.
Hem ülkelerine, hem milli takımlarına, hem de bizim gibi "gidip kendi ülkelerinde milli takımlarını yenen misafirlerine" karşı yenilgiyi asaletle göğüsleyerek çok özel bir ders veriyorlar.
Amerikan tarzı vahşi rekabeti, "başarının ilk şartı", Avrupalı gibi holiganizmle mikroplanmış taraftarlığı, "gelişmiş futbolun olmazsa olmazı" sayanlara, bambaşka bir insanlık boyutu hatırlatıyorlar...
Ülkesine en büyük zararı onu en çok severken verenlere.
Maçlara ölmek için gidenlere.
Keskin sirkelere.
Ders.
Aslında "kendi aramızdaki kavgalarla" kendimize has "renkler" katmaya çalıştığımız(!) şu Dünya Kupası’nda, çeyrek finale çıkmamız kadar önemli bir olay bu:
"Eğitiliyoruz" inanın...
Kazandığında karşısındakini aşağılamayan, kaybettiğinde yok etmeye çalışmayan bir futbolseverlik formatı ile pek sık karşılaşmıyoruz.
Kavga edecek insan bulamayınca, giderek biz de sakinleşiyoruz.
Hakem hatalarına bile, alışıyoruz.
Şenol Güneş’in çeyrek finali getiren maçtan sonra, belki de hayatındaki en coşkulu anda yaptığı açıklama, Uzakdoğu maceramızın milli takımıza da ne kadar yararlı olduğunu ortaya koydu:
"Japon dostlarımız üzülmesin. Biz onları da temsil ediyoruz artık" dedi Güneş...
Bu ifade, kupa başladığından beri teknik direktörden futbolculara, federasyon başkanından medya mensuplarına kadar, benim duyduğum en anlamlı, en medeni, hedefi en iyi vuran cümleydi.
Hepsini bırakın; Japon insanını yanına alarak "amaca hizmet ediyordu".
Kimbilir?.. Belki de Mustafa Kemal’in Çanakkale’de hayatını kaybeden yabancı askerler için yorumunu hatırladım.
"Onlar artık bizim evlatlarımız"...
Asalete bakın!..
Umutlandım...
Umutlanmak bir yana, öylesine sevindim ki, gündemi ıskaladım.
Çeyrek final heyecanına, hamasi teşbihler, coşkulu cümlelerle katılmak vardı şimdi... Ama, o hakkımı yarı finale saklıyorum.
Çünkü, çok büyük bir müjdenin ilk kıvılcımlarını gördüm Japonya’dan yapılan canlı yayında.
Kendimi kandırmıyorsam eğer, mükemmel bir ipucu yakaladım milli futbolcularımızın Japon seyirci karşısında eğilmesinde ve Şenol Güneş’in cümlesinde.
Bu güzel huylar milli takım teknik direktöründen futbolculara, oradan da bizim ligimize uzanacak, tribünlerimiz televizyondan gördükleri "saygılı sevgi"den etkilenecektir umalım.
Geleceğimiz, Dünya’ya yön veren zengin ülkelerin "G 8" zirvelerinde çizilirken, futbolun zirvesindeki "F 8"e, yani Dünya Kupası çeyrek finaline zıpkın gibi girmek, topyekun gelişmek anlamına gelmiyor ne yazık ki...
Japonya’yı devirmek de öyle.
Ama bir zamanlar sahip olup, sonradan yitirdiğimiz "saygılı sevgi"ye kavuşmak, başlı başına medeniyettir.
Kupa kadar da kıymetlidir bence.
İtalyan hakem Collina, bize torpil mi geçiyor, yoksa uğurlu mu geliyor?..
Seç bakalım!..
İlk şıkkı tercih edersen; "uluslararası kariyerine Türkiye - Fransa ordu milli maçıyla başladığı için bizi unutamıyormuş" gerekçesi hediyesi...
"Peki unutamıyor da gönül şikesi mi yapıyor bizim lehimize" diye sorma sakın. Anla artık...
Uğurlu geldiğine inanmıyorsan eğer; "Yecüc Mecüc" konularının saatler süren açık oturumlarda tartışıldığı ülkemizde, ayıp edersin... Uğurlu işte.
Ne "analiz" değil mi?
Bir sürü gerçeği, kedi pisliğini örter gibi gizliyoruz böyle hurafelerle.
Collina, ne büyülü, ne de bize aşık; sadece iyi bir hakem. Pozisyonları yakından izliyor, adaletin terazisini hep dengede tutuyor.
O düdük çalarsa, futbolcu yapmadığı faule bile inanıyor.
Bu durumda bizimkilerin hakeme itiraz, el kol sallama, küfür etme, ağzını gözünü oynatma eylemlerinden çok büyük bir tasarrufları söz konusu oluyor.
Bu enerjilerini rakiple mücadeleye ekleyince, Collina’nın yönettiği her maçı kazanıyoruz.
Çeyrek final şerefine,Ters Köşe’den eşsiz bir "kamu hizmeti":
Senegal maçına kadar yazılacak "olası" yorumların anafikirleri aşağıdadır.
Uygun düşen imzaları atın... Kazanın. Yazarla ana haberlere çıkın.
Biz Şenol Güneş’e hem kupayı, hem de Toyota firmasını alacak bir takım verdik. Başarsın elini sıkayım.
Şenol Güneş Başbakan olsun. Haluk Ulusoy Turizm Bakanı. Hakan Şükür’ü Gençlik ve Spor Genel Müdürü yapalım. Fatih Terim’i Cumhurbaşkanı yapmıştık değil mi?..
Karizma çoraptan başlar. Bu devirde hala çift düğmeli ceketle dolaşan adama takım emanet edilemez.
Ben motive etmek için yazmıştım. Gördünüz, yine başardım.
Zaten benim kayınpederim de Karadenizli’dir. Şenol Hoca’yı kara lahana çorbası yemeğe çağıracağım dönüşte. Bizimki ülke menfaati için didişme, çok severim keratayı.
Bu vatansever futbolcularımıza ne versek azdır. Ya Kemal Derviş IMF’den biraz prim kredisi alsın, ya da 2003 şeker pancarı ürününü kahramanlarımıza verelim.
Hiçbir sözünü yerine getiremeyen Federasyon derhal istifa etmeli... Bizi her şey bedava diye götürdüler, otelde ekstralarımı cepten ödedim.
Zimbabweli fizikçilerin geliştirdiği bir tekniği Düsseldorf’daki kuaförüne uygulatan Ümit Davala kafa golünü Mohikan modeli saçlarının desteği ile attı. Ben bunu üç sene önce yazmıştım.