Maça gitmek yerine "büyük ekran TV referanslı" ahkam kesiciler için geliştirilmiş "şezlong yorumcuları" yakıştırması var ya...
Bu sıfat, gerçekten bariz bir "kolaycılığın" altını çizse de, kim icat etmişse, ülke adına yapılacak en büyük özverinin, masraflar müesseseden Japonya’ya gitmek olduğunu düşünüyor herhalde...
Gidip de görmemek var değil mi? Görüp de anlamamak.
Anlayıp yorumlayamamak. Belki de anlatamamak...
* * *
Neyse... Şu anda "şezlong yorumculuğu"nu yarım boy aşmış durumdayım ve bu haftaki Ters Köşe’yi Antalya’dan yazmaktayım. Yine de, Kore’den çaktırmadan Türkiye’ye dönüp, Milli Takım haberlerini yazlığından cep telefonu ile geçen Ümit Aktan’a yetişmek olası değil.
Evet Antalya’dayım ama, öyle yöneticinin kotrasında, eski federasyon başkanının tatil köyünde falan değil. Bu ülkede adaletin uygulayıcıları yargıç ve savcıların alın terlerinden arttırdıklarıyla kısa nefeslenmeler yakaladıkları Adalet Bakanlığı’nın tesislerinde... Merak eden olabilir, kayınpederin misafiri olarak bulunuyorum aralarında.
Adliye sarayından daha kalabalık hukuk adamından doğal olarak etkilendim ve her zamankinden daha adil olacağım... En azından kendi meslektaşlarıma karşı..
* * *
Adalet gecikmemeli...
Cumartesi günü yapılacak üçüncülük maçı bittiği andan itibaren, spor medyası zorunlu bir hesaplaşma içine girecek göreceksiniz...
"Şenol Güneşçiler" veya "Şenol Güneş düşmanları" gibi çapsız ve bayağı "cepheler savaşı" anlamında söylemiyorum:
Mesleğin nerede başlayıp nerede bittiği, genişleyen yetki alanındaki kitlelere yön vermeye kimlerin yetkin olup, olmadığı tartışılacak.
Ve "ben etliye sütlüye karışmam, maçtaki posizyonların dışına çıkmam, yazarım yazıyı alırım maaşı" diyenler de bu tartışmanın dışında kalamayacak.
"Şu hakaret etti, beriki yalakalık yaptı, bu tavşan pisliği gibiydi, öteki rüzgar gülüydü" klişeciliğini aşan bir mesele bu...
Sistemin çalışma tarzı...
Spor yazarının tarifi...
Yetki ve sorumlulukları masaya yatırılacak umuyorum...
* * *
Mankenden şarkıcı, şarkıcıdan film yıldızı, film yıldızından iş adamı ve bunların hepsinden spor yazarı olabilmesi, ayrıca her basın mensubunun doğal bir spor yazarı sayılması, kaçınılmaz mı?
Madem ki, Türk Milli Takımı dünyanın sayılı ekiplerinden biri; spor medyası da çıtayı yükseltmeli; değil mi?..
Siyaset yazan, film çeviren, podyuma çıkan spor yazarları olamaz mı?
Yoksa bunları bile aşan spor yazarları var mı?
Saygınlığı ile, tek tek kişiliği ile, misyonu, seviyesi ve niyeti ile tartışılacak spor medyası.
Hatta, vitrine hatalı mostra koyan müesseseleriyle...
* * *
Bu Dünya Kupası’nda anladık ki, "angaje" medya mensubundan, ne kendine, ne çalıştığı müesseseye, ne meslektaşlarına, ne de vatandaşa bir fayda geliyor.
Bu "angajman"; bir insana, bir fikre, hatta kendi fikrine bile olabiliyor.
"Angaje" olan kimse, işi gücü bırakıyor, sözünün doğruluğunu kanıtlamak uğruna savrulup gidiyor kıra döke
Olayı yorumlamak yerine, zekasını, bilgisini, kendisini öne çıkarmaya çalışanlar, zaman zaman başarılı görünseler de, gün geliyor şarkısı tükenmiş pop starlarına dönüyor.
Sistem yeni yıldızlar arayışına girdiğinde ise gerçek felaket kapıyı çalıyor. "Yeni star", eskisini geride bırakacak sivriliklerle açılış yapıyor.
Ve bu amansız çark dönerken, hiç günahı olmayan meslek yaralanıyor.
* * *
Mesela ben, Antalya’daki Adalet Bakanlığı kampında hiç belli etmedim spor yazarı olduğumu. Bir iki tanıyan çıktı, hafifçe seğirttim. Şezlonglara bile uzanmıyorum ne olur ne olmaz diye.
Hele tartışma başlasın, ortaya çıkarım.
Evet... Tartışılmalı ve tartışılacak... Amaç "intikam" değil. Şenol Güneş Brezilya maçından önce söyledi, "İntikam küçük insanların işidir"...
Amaç, neyiz, neredeyiz, nereye gidiyoruz bilelim.
Bilelim de, bilmeyenlere de öğretelim.
Bu konuda hiç konuşmadım ama, ben de TSYD Başkanı Onur Belge’yi tanıyorsam ilk adımı o atacaktır eminim.
Hasan, "Şaş"ırdı galiba...
Bir hiddet , bir celal yeni yıldızımızda...
Sanki süpernova; patladı patlayacak...
Brezilya karşısında, 90. dakikada hakemin kararını, top oyuna girer girmez çift dalarak yanıtladı ve sarı kartla ucuz kurtardı.
Bir dakika sonra neredeyse ikinci sarıdan atılacaktı.
Belki de bir beraberlik şansı yakalayabileceğimiz saniyelerde, tam da Brezilya fizik olarak düşmüşken, bu kez Hasan Şaş’ın kimyası ile oyalanıp durduk.
Peki ne oluyordu Hasan’a?..
Dünya Kupası’nın ilk gününden beri hakkında övgüden başka bir şey yazmayan medyayı halka hedef göstermiş, ardından Hakan Şükür’ü Koruma Komitesi’nin başkanlığına gönüllü olarak geçmiş bu yıldız futbolcumuzu çileden çıkartan neydi acaba?..
Bir tarafta Fatih Terim’in otoritesi, diğer tarafta teklif edilen milyonlarca dolarlık transferin ikilemi olmasın.
Yoksa "insan yolculukta, kumarda ve içkide belli olur" lafına bir de "Dünya Kupası’nı" mı katalım.
- Senegal maçını nasıl kazandık?..
"Kadir İnanır tribündeydi; o motive etti" !..
- Brezilya maçını da seyretti, niye kaybettik?
"Şarjı bitti" !..
Yorumsuz anlatayım:
Halit ağabeye (Kıvanç), Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Fikret Ünlü telefon etmiş. Kıvanç, "Eyvah" demiş, "Japonya’ya çağıracak kıramayacağım".
Önce unutulmuş, sonra hatırlanmış, kupa biterken davet alınca ortada kalacak.
Halit ağabeyin korktuğu başına gelmemiş. Bin beteri ile irkilmiş:
Ünlü, "İstanbul’a döndüğümüzde otobüsün üzerinden takdimcilik yapabilir misiniz ?" diye sormuş.
Kıvanç’ın yanıtı, "Sayın bakanım, benim bildiğim bu amigoluk ile çığırtkanlık arası bir iş. Orada Amigo Birol var" olmuş.
Politikanın ve politikacının, spora, sporcuya, spor adamına yaklaşımını özetleyen bir örnek bu...
İşin daha da korkuncu, Milli Takım döndüğünde başlayacak.
Yaşar Okuyan’ın 50 milyon dolar pey sürerek başlattığı vatandaş kesesinden prim yarışı, aynen seçim gezilerinde zirai ürünlerin taban fiyatlarındaki vaadlere dönecek:
"O ne veriyorsa beş milyon dolar fazlası"...
Eğri oturup doğru konuşalım. Kucakladığımız, bağrımıza bastığımız Milli Takım’daki futbolculara, bir zamanlar sadece rakip takımın formasını giyiyor diye küfür edenleri ayırsak, acaba kaç kişi kalırdı Taksim’de, Kızılay’da?..
Bu Milli Takım tribünleri bile dolduramıyordu aylar önce.
Naklen yayınlanan maçları, Türkiye reyting rekorlarını alt üst edip, Dünya rekoruna ulaşmayı bırakın, yerli dizilerle yarışamıyordu.
"Aşkına eşkiya" idi herkes... Gerçek aşk ise kulüpleriydi.
Şenol Hoca’ya sadece "bir kısım medya" tavır koymuyordu... Hoca açık açık ilgisizlikten yakınıyordu.
Federasyonu, Genel Kurul’undan başka kimse sevmiyordu.
Teknik direktörler, milli programdan yakınıyor; maçlar, bazı futbolculara angarya bile geliyordu Allah bilir...
Sonra, olan oldu...
Başarı, sahiplenme güdülerini tetikledi insanlarımızın.
Milli hisler, coşku, sevinç, güzel şeyler.
Bunları sonuna kadar yaşayalım ama, unutmayalım.
Futbolseverler çağ atladı aslında bu Dünya Kupası’yla.
Yenilgide bile kutlamasını sürdüren, elindekinin kıymetini hatırlayan bu insanlar, yarın çeşitli kulüp formalarıyla tribünlere çıkacaklar.
"Kahrolsun Brezilya" diye bağırmak yerine, Milli Takım’a alkış tutanlar, Süper Lig’imizin seyircileri aynı zamanda.
Rakibi, hakemi, sağı solu suçlayacağına "Hedefe varamadığımız için halkımızdan özür diliyoruz" diyen de, bir Türk hocası.
"Brezilyalılar hak etti" tespiti, en az 10 mutlak golü kurtaran bir Türk kaleciden geliyor.
Bunlar müthiş olaylar. Alkışlanacak meziyetler. Saygı duyulacak davranışlar.
Geçmişi unutalım... Ama bugünü asla.