Fikret Bila

Fikret Bila

fbila@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Biraz ürkek de olsa, Osmanlı'yla ilgili tartışmalar sürüyor. 700'üncü yılında Osmanlı, aslında çok daha kapsamlı ve organize bir şekilde tartışılmalıydı. Kutlama ya da kutlamama törenleri ayrı bir konudur.
Ne yazık ki, birkaç gerçekçi çabanın dışında Osmanlı'yı ciddi şekilde irdeleyen çalışmalar henüz görünmedi. Daha çok, ya Osmanlı'yı toptan reddeden ya da "Osmanlı'ma laf söyletmem" şeklinde temelsiz çıkışlar izliyoruz.
Osmanlı, öyle büyük ve derin bir konu ki, yüzeysel yaklaşımlarla, dar ve tek yönlü bakış açılarıyla açıklamak olanaksızdır.
Osmanlı, hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Örnek: Okul tarih kitaplarında bizlere öğretilen neydi? Osmanlı devleti, 1299'da kurulmuş 1579'a kadar sürekli yükselmiş, sonra Duraklama Devri'ne girmiş, 1699 Karlofça Andlaşması'yla da gerilemeye başlamıştır.
Acaba öyle mi?
Eğer yükselmeyi, duraklamayı, gerilemeyi toprak kazanmak ya da toprak kaybetmek olarak görürseniz, bu yaklaşım doğrudur. Söğüt kasabasında küçük bir beyliği 150 - 200 yıl içinde "üç kıtayı atının nalıyla damgalayan", "Akdeniz'i göl haline getiren" bir imparatorluğa dönüştürmek, yükselmedir. İmparatorluk, artık yeni fetihler yapamaz hale gelince duraklar, toprak kaybetmeye başlayınca da geriler.
Peki Osmanlı'ya toprak açısından değil de ekonomi ve yaşam düzeyi, kültür ve eğitim, bilim ve teknik, sanat ve edebiyat açılarından bakarsak hangi sonuca ulaşırız? Unutmayalım, bir devrim sayılan matbaa Osmanlı'ya "gerileme" devrinde gelmiştir. Hatırlayalım, Osmanlı tarihinin en büyük mali krizi, sınırlarının en geniş olduğu 16'ncı yüzyılın sonlarında yaşanmıştır. Yani "en yüksek" olduğu bir zamanda. Eğer çağdaşlaşma ölçüt alınacaksa, Yükselme Devri, Osmanlı'nın en hızlı şekilde toprak kaybettiği 19'uncu yüzyıl sonlarında, II. Abdülhamit döneminde yaşanmıştır. Çünkü en büyük eğitim hamlesi o zaman yapılmıştır.
Toprak açısından bakarsanız, Osmanlı'dan kalan son arazi parçası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin durumu içler acısıdır. Uygarlık açısından bakarsanız, Türkiye Cumhuriyeti, 600 yıllık Osmanlı'yı 600'e katlar.
Demek ki, 600 yıl yaşamış bir devi zamanda ve mekanda yeniden, çok yönlü olarak tartışmakta yarar var.
Osmanlı bir deryadır, bir dipsiz kuyudur. Deştikçe yeni bir sonuca varırsınız. Taha Akyol, Osmanlı tarihini deşen yazarlarımızdan birisi. Yeni yayımlanan eseri "Mezhep ve Devlet"i okurken, bu gerçeği bir kez daha düşündüm.
Osmanlı tarihi, "acaba öyle mi?" diye soracağınız sayısız tartışma konularıyla dolu. Bugüne ışık tutacak birçok gerçek bu "acaba"ların cevaplarında yatıyor.
Akyol, Osmanlı'da ve İran'da Alevilerin kaderini, tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla inceliyor. Ve konuya yeni açılımlar getiriyor.
Alevilik, Osmanlı, İran... Ya da Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail... Ya da Çaldıran Savaşı... Arada katledilen on binlerce Alevi, on binlerce Türk...
Neden diye sormaya değmez mi?
Yavuz Sultan Selim'le Şah İsmail, Padişah'la Şah barışırlar mı dersiniz? Barışsınlar mı?



Yazara E-Posta: h.bila@milliyet.com.tr