Zeynep ORAL
"Gel: Were, Git: Here, Eşek: Kere, Kapı: Dere, Sıçan; Mışke, Kuru: Hışke, Horoz: Dikile,
Tavuk: Mirişke..."
Bir zamanlar Güzereş köyünde Çavşin Teyze'nin çevresine topladığı tüm köy çocuklarına öğrettiği bu tekerleme, günlerdir dilimin ucundan gitmiyor,
Muhsin Kızılkaya'nın
"Bende Mahfuz Fotoğraflar" adlı kitabını (İletişim Yayınları) okuduğumdan beri...
Bu tekerleme Türkçe Kürtçe sözlükten oluşuyor. Çocuklar bu tekerlemeyi anında öğreniyorlardı. (Başka bir dil öğrenme merakından mı, korkudan mı?) ve jandarmalar köye geldiğinde onları bu tekerlemeyle karşılarlar, yine bu tekerlemeyle uğurlarlardı.
"Gel: Were, Git: Here, Eşek: Kere..."
Ama bunlar eskidendi. Yöredeki binlerce köy gibi, Güzereş köyü de boşaltılmadan önce. İnsanla toprak arasına mayın girmeden önceydi...
O zamanlar yaylalarda çocukların en önemli işi, güneşi karşılamaktı. Sabahın en erken saatlerinde ve ayazında, güneşi karşılayıp yaylaya getirmek... Çünkü;
"...Güneş sadece batıdaki kel tepelerin başına vururdu. Yaylanın içine girmesi saatler sürerdi.
Yol toprak, toprak çiçek kokardı. Otlar silkelenirdi çiyden. Gevenlerin altındaki yuvalarından keklikler fırlardı. Önümüzden arkamızdan bal toplamaya giden arılar uçardı. Üşüye üşüye, ama yürürken de gittikçe ısınarak, güneşi yüksek tepenin doruklarına yakın bir yerde yakalardık. Güneşi yakaladığımız yerden bakardık yaylaya. Aşağıda hayat çoktan başlamış, sürüler dağların yukarılarına çekilmiş, kadınlar yayıklarını indirmiş, çadırların önündeki ocaklara peynir yapmak üzere çoktan kazanlar konulmuş olurdu.
Otururduk güneşin bağrına. Güneş aşağı indikçe, inerdik onunla birlikte. Çıkışımız kısa sürerdi, ama inişimiz güneşin hızına eşitti. Güneş iner, biz inerdik. Otura otura, yürüye yürüye, dalaşa dalaşa, oyun oynaya oynaya... Güneş oyuncağımız olurdu...
Güneşi alır, yaylanın içine getirirdik.
Güneş zomaya sıcaklık getirirdi.
Güneşi alıp getirdiğimiz için de ne çok böbürlenirdik çocuk aklımızla..."
Bunlar da eskidendi. Çünkü altı yıldır o yörelerde yaylaya çıkmak yasak. Artık çocuklar ısınmak için, güneşi karşılamaya gidemiyor. "Güneşe çocukları yasakladılar."
Kitabın sayfaları arasında Hakkari, Çukurca, Adıyaman, Cilo Dağları, Zap Suyu, Geraşin Yaylası, Tiyar Vadisi, Van, Diyarbakır, Kürtler, Türkler, Süryaniler, Nasturiler arasında savrulup durdum.
Türkçe anlatılan Ermeni hikayelerine, Kürtçe anlatılan Süryani hikayelerine tanıklık ettim. Acının dil ayırımı gözetmediğini anladım. Sevinçlerin, umutların, korkuların, aşkların da...
Nicedir birbirinden ayrı, uzak kalan bir ana oğulun karşılaşmasında, ananın
"Ez guri" (kurban olayım) çığlığıyla birbirine sarılıp kenetlenmede yaşanan dayak olayıyla dehşete kapıldım. Çocuk ilkokul birinci sınıftaydı. Ana Türkçe bilmiyordu. Ana oğulu kelepçe zinciriyle döven Sabri Hoca'ydı... Ama bu da eskidendi. Artık Kürtçe konuşmak yasak değil.
Muhsin Kızılkaya, çocukluk anılarını, çocukluğunun coğrafyasını, nesli tükenen geçmiş zaman insanlarından dinlediği masalları, serüvenleri, o coğrafyada doğayla insan, yaşam ilişkisini, sayısız "sıradan" insanı, "gelenek" denen prangaları, töreleri, inançları, duyguları, birikimleri anlatırken (hem de sonsuz şiirsel bir dille anlatırken) bugünü anlamamıza yol açıyor. (Keşke sondaki "İyi hal kağıdı için biriktirdiklerim" bölümünü bir başka kitaba alsaydı. Bence bütünlüğü bozuyor.)
Biliyorum, Meclis'tekilerin, politikacıların kitap falan okumaya zamanları yok. Bir türlü de olamıyor. Ama ya sizin?
Tarih ve coğrafyayı yalnız ders kitaplarından izleyerek, öğrenerek, geleceğimizi düşlemek hiç mümkün mü!
Yazara EmailZ.Oral@milliyet.com.tr