Yükseköğrenimde başörtüsü konusu, toplumun gündemindeki yerini koruyor.
Dün sabah telefonla, uzunca süre, Sayın Hayrünnisa Gül ile konuştuk.
"Duygusal tepkilerini, umut kırıklığını" anlatmak için aramış.
Hayrünnisa Gül, Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül'ün eşi...
Söylediklerini özetle yansıtayım:
"35 yaşındayım. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin yabancı dil eğitim bölümünü kazandım. Hem de, hiçbir özel dershaneye gitmeden, evde eşimin çocuklarımın günlük hizmetlerini yapmanın yanı sıra hazırlanarak...
Sırf başım örtülü olduğu için, kaydımı yaptıramadım.
1980'de de, üniversite giriş sınavını kazanmıştım.
Başım örtülü olduğu için, gene yükseköğrenim yapamamıştım.
Ben, başımı yeni örtmüş değilim.
Evliliğimi yapmadan önce de örtülüydüm.
Ben, bu yaştan sonra başımı mı açacağım.
Başımı açmadım diye 18 yıldır istediğim ve bu yaşta giriş sınavını kazandığım yükseköğrenime veda mı edeyim?
İstanbul Üniversitesi Avcılar kampusunda, pedagog - rehber öğretmenlerin 'başı örtülü öğrencileri ikna ettiklerini' yazdınız.
TV'de söylediniz.
Peki beni kim ikna edecek?
Onlar, henüz genç kız.
Belki, başlarını açabilirler.
Ben, bu yaştan sonra ikna edilemem.
Okuma hakkından böylesine mahrum edilmem, insan haklarıyla bağdaşır mı?"
Hayrünnisa Gül, bütün gece - neredeyse - uyuyamamış.
Kendisi gibi, daha pek çok genç kız ve kadın var.
Onların ruhsal durumlarını anlamak gerek.
Ancak...
Bir de, hukuk devleti kavramı var.
Yani...
Yasaların herkese uygulandığı devlet...
Üniversite yönetimleri, YÖK'ün "başörtülü öğrencilerin kayıtlarının yapılmaması" yolundaki genelgesini uyguluyorlar.
Başka olanakları yok.
Bu konuda en esnek görünen Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ rektörleri de, aynı talimatları verdiler.
YÖK genelgesi ise, yükseköğrenim kurumları ile ilgili yasaya ve bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararına dayanıyor.
Mahkeme kararının gerekçesinde, "yükseköğrenim kurumlarında başın ve boynun örtülemeyeceği" satırları yer almıştır.
Anayasa Mahkemesi ise, bu kararını, Anayasa'nın "LAİKLİK" ilkesine dayandırmıştır.
Bu durumda, Hayrünnisa Gül'e de tıpkı diğer genç kızlara anlatılanlar tekrarlanmalıdır.
Çünkü...
Pozitif hukuk, şu aşamada, - daha uygulanabilir bir orta formül oluşturulamadığı için - bunu gerektiriyor.
Bayan Gül'e, "yasaların eleştirilebileceğini... Değiştirilebileceğini... Hatta Anayasa'nın dahi değiştirilmesi için uğraşılabileceğini... Başka kararlar için hukuk yollarının açık olduğunu" söyledim.
Ancak...
Belirtmeliyim ki...
Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, bu yoldaki itirazları reddetmiş bulunuyor.
Ayrıca...
"Laisizm, gerekli Meclis çoğunluğu sağlansa dahi, - Anayasa'nın değişmesi mümkün olmayan temel hükümlerinden - biridir."
Bununla beraber kamuoyu, böyle duyarlı bir konuda düzeyli ve iyi bir anlatımla aydınlatılarak uyarılabilir.
Tahrik edici ve saptırılmış gösterilerle yanlış izlenimler bırakmadan... "siyasi İslam" kaygı ve kuşkuları uyandırmadan, yönetim formülleri aramaya yöneltilir.
Başörtüsünü, siyasi malzeme olmaktan çıkaran, tarikat mesajı veren üniforma olarak kullandırtmayan...
Ama...
Saf ve temiz inançlı olanları da yükseköğrenim hakkından koparmayan bir formül bulunabilir.
Pozitif hukukun, belki böyle art niyetsiz inançlı kadınlarımıza ve genç kızlarımıza araladığı bir kapı bulunabilir.
Ama...
Elazığ'dan, İstanbul'a kadar el ele tutuşarak "zincir" oluşturmak gibi tavırların gerilim yaratmanın ötesinde faydası olmayacağı açıktır.
Tam tersi tepkiler, oluşturulabilir.
Bu duyarlı ortamda, Başbakan Mesut Yılmaz'ın yapması gereken şey, "daha aylarca öncesinden konuyu Türkiye'nin düşünce üreten değerli aydınlarıyla tartışmaktı."
Her gece, 5 - 6 kişiyle, konuyu tartışabilirdi.
Güvenli isimlere de, bu tartışmaları yapmaları ve topladıkları görüş ve fikirleri kendisine getirme görevi, verebilirdi.
Atatürk'ün sofraları, böyle fikir forumlarıydı.
Daha önce bu köşede kaç kez belirttim.
Atatürk, laisizmi ödünsüz uygularken, toplumun inanç dünyasında kara bir çukur bırakmıyordu.
Din konusunda, ulusu aydınlatıyor, ama yüreklerini de ısıtıyordu.
Kuran'ın ayetlerini, Behçet Kemal Çağlar'a, Enver Tunçalp'a Kuran'ı, gönül tellerimizi titreştiren nazım tarzı yazdırmıştı.
İşte örnek:
"YASİN SURESİ...
.....
O, herşeyi yaratan, gören, bilen, bildiren;
Ol deyince olduran, öl deyince öldüren.
O'nunla var oldunuz, O'nunla gerçeksiniz.
O'ndan kopup geldiniz, O'na döneceksiniz."
Atatürk, sadece emreden değil, "sevdiren" idi.
Siyasetçi değil, devlet adamı olmanın gereği budur.
İstanbul Üniversitesi'nin kırıcı ve hoyrat olmayan sevecen uygulamaları, Atatürk'ün bu çizgisindedir.
Yazara E-Posta: g.civaoglu@milliyet.com.tr