Geçenlerde, "en sevdiğiniz restaurant neresi?" diye sordular.
Cevabım: "Yeniköy'de, takadan bozma yüzer lokantalar" oldu.
Birinin adı "Balıkçı"... Diğerininki ise, Türk insanının mizah yeteneğinin çok güzel bir örneği olan "Takanik..."
Takadan bozma bu güzel restaurantlarda, balığın en tazesi yenir.
Muhabbet, kıvamındadır.
Ucuz olduğu için gençler de pek rağbet ederler.
Hele tabağınızı alıp rıhtıma çıkarsanız, orada olta balıkçılığı yapanların çay bardağında sundukları rakıyı da yudumlama olanağı vardır.
Ne hikmetse, kıyıdaki restaurantlara belediye içki ruhsatı verir de... Yolun öbür tarafında kalan denizdeki güzel balık lokantalarına yasak.
Yani...
İçki içebilmek için 100 milyon lira hesap ödemek gerek.
Yoksa bu da başka bir lobi mi?
Aylıklıların, gençlerin, daha düşük gelir gruplarının ceplerine göre bir yüzer balık lokantasında, iki duble rakı içmek neden hakları olmasın?
Boğaziçi, bundan 7500 yıl önce oluşmuş.
Tarihçilere göre; Dünyada, balık sürülerinin en fazla geçtikleri kanalmış...
Boğazda eskiden dalyanlar varmış.
Beykoz'da, Tarabya'da, İstinye'de...
Evliya Çelebi'nin anlatımına göre; Bu dalyanlarda, takalar yanyana bağlanırlarmış. Direklerin üzerinde bir oturak yeri olurmuş. Tepede gözcü...
Boğaza o zamanlar kılıç balığı akarmış...
Uzaktan onların karaltısı görüldüğünde, gözcü dalyancıları uyarırmış.
Dalyan yakınlarına kadar suyun üzerine zeytinyağı dökülürmüş.
Zeytinyağı, mercek görevini yapar, suyun altındaki balık sürüsünün karaltısını daha iyi gösterirmiş. Sürünün tamamı dalyanın ağzından girdiğinde gözcü bağırırmış:
"Ala... "
Ağların ağzı kapatılırmış. Sonra kılıç balıkları harbin ve tokmaklarla vurularak tutulurmuş.
Suya zeytinyağı dökülerek dipteki barbunya, palamut ve başka balık sürülerini de izlemek, geçmiş yüzyılların "Boğaziçi balıkçılık geleneği".
Oltayla balık ise, ayrı bir kültürmüş.
Bir dönemin Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in bir yazısında anlatılıyor:
"Vaktiyle rical ve kibarın çoğu, hele Hıristiyan zenginlerinden eski aileler azasının kısmı azamı, balık meraklısı idiler."
Boğaziçi'nin has balığı Lüfer'miş.
Olta kutuları açılır, güveden korumak için şişe kavanozlarda saklanan oltalar ortaya çıkar, inceden inceye muayeneler başlar, yeni misinalardan bedenler bağlanır, zokalar dökülür, parlatılırmış...
Öğleden sonra yem tutmaya çıkılır, akşam olup da vakit yaklaşınca Lüfer yerlerine sandallar toplanırmış.
"Rastgele, bereketli olsun" temennileri işitilmeye başlanırmış.
Yazıyı Ahmet Rasim'den şu satırlarla noktalayalım.
"Anam lüfer: Izgarada cayır cayır nar gibi kızarır mı!
Kızarır kızarmaz, zeytinyağ, limon, hardallı salçaya atılıp da dinlenmesi için bir müddet bırakıldıktan sonra, salata yaprakları arasına gömülüp bu yeşil elbiseye çok yakışan maydanozla da üzeri örtülür mü?
Hem efendim: Koca kayık tabağın içine yatırılan o iştaha verici deniz mahlukundan çıkan latif rayihaya, hiçbir yemeğin kokusu rekabet edemez.
O kurnaz lüfer, etinin ne kadar tatlı olduğunu bildiği için tutulurken ettiği naz, sonra yaptığı kurnazlık avcısını fevkalade coşturduğundan, insanın çiğ çiğ yiyeceği gelir."
Boğazın dibini kuruttuk... Bari üstündeki keyfi kurutmayalım.
...
Kaynak: P Dergisi, Sayı 19, Güz 2000, Sf.148 - 163
Not: Kısa bir süre yazılarıma ara veriyorum. Ramazan Bayramınızı ve yeni yılınızı yürekten kutluyorum GC.