DÜN bir Uzakdoğu ülkesinin Türkiye büyükelçisi ile çay içtik.
İstanbul’un 5 yıldızlı bir otelinin denize bakan salonunda siyaset konuştuk.
Türkiye’de yaklaşan seçimler, başkanlık sistemi, İslam coğrafyasındaki sosyal patlamaları, WikiLeaks belgelerini sordu.
Benden önce iktidara yakın bir “düşünce kuruluşunun” beyin takımıyla da konuşmuşlar.
Laflarken bir yandan da şöyle düşünüyordum:
“Şimdi bu konuştuklarımızı, kâğıda dökecek, ülkesinin dışişlerine rapor olarak geçecek. Büyük olasılıkla kaynak olarak da beni ve o iktidara yakın kuruluşun beyin takımını gösterecek.”
O arada büyükelçinin refakatindeki genç kadının elindeki -ne olduğunu tam göremediğim- küçük bir aygıt üzerinde parmaklarının hızla dolaşması gözüme ilişti.
Yoksa siteno makinesi mi?
“Söylediklerimi not mu alıyorsunuz” diye sordum.
Kadın “hayır, mesajlaşıyorum” cevabını verdi.
Görüyor musunuz paranoyak hale geldik.
Söylediklerim “not alınsa” ne olur ki?
Bu köşede yazdıklarımdan farklı değil.
Büyükelçinin basın ataşesi bu konulardaki 3-5 yazıma göz atsa, bu davete hiç gerek yok.
Türkiye’de internete düşen Ergenekon dinlemeleri bir yandan açıklanan WikiLeaks belgelerindeki büyükelçi raporları öte yandan gazeteci isimlerini referans gösteriyor.
Ellerde kadeh ayaküstü kokteyl laflamalarında büyükelçi yarım kulak dinlese aklında kalanlarla başkentine kripto gönderse ne sorumluluğu var?
Olmadı mı bu?
Gazeteci arkadaşlarımızdan işini bırakmak zorunda kalan yok mu?
Neyse...
Dünkü çay sohbetine dönelim.
Ben de büyükelçiye kendi memleketindeki siyasi durumu sordum.
Orada da seçim var.
O da anlattı.
Ancak anlattıklarını merkeze rapor edeceğini sanmam.
MUSTAFA KOÇ WIKILEAKS’TE
SON yılların deyimleriyle “dünya bir köy” ve “dünya düz...”
Hepimiz başka uluslardan olanlarla konuşuyoruz. Diplomat, siyasetçi, gazeteci, işadamı...
Görüşlerimizi paylaşıyoruz.
Mustafa Koç’un WikiLeaks’e düşen ABD büyükelçisiyle konuşmalarını düşünün.
İki yıl önce siyasi değerlendirme yapmış, seçim tahminleri üzerine bir fikir jimnastiği yapmış.
Ardından büyükelçinin merkeze “kripto” raporu...
Türkiye’nin en büyük iki özel sektör grubundan birinin başkanı Ak Parti’nin bu seçimde iktidar olamayacağı yolunda süper büyük ABD’ye -sanki- uyarıda bulunmuş gibi bir algılama...
Ekonomik kriz yer küredeki tüm ülkeleri vururken ve Türkiye’de de bu depremin sarsıntıları hissedilirken yapılmış bir “sesli düşünme...”
Hepsi bu.
Mustafa Koç gereken açıklamayı yaptı.
Kendini savunmak için ne bana ne de bir başkasına ihtiyacı var.
Ancak, bir saptama yapmak isterim.
Dedesi Vehbi Koç “Türkiye varsa ben de varım” ilkesini Koç grubunun kurumsal kültürüne silinmeyecek kesinlikte yazmıştır.
Gene Vehbi Koç’un bir diğer “değişmez ve değiştirilemez” ailesine ve grubuna bıraktığı “siyaset dışı ve tarafsız kalmak” ilkesine de işaret etmekte fayda var.
Vehbi beyin oğlu Rahmi Koç ve onun oğulları da bu ilkeleri temel felsefe olarak bellemişlerdir.
Elbette bu ülkenin her yurttaşı gibi “siyaset” değerlendirmesi yapar, tahminlerde bulunabilirler.
Tüm konuşmaları da bu çerçeve içinde kalır.
Çerçevenin ötesi herkes gibi onların da kendilerinde saklı, kişisel siyaset tercihleridir.
WikiLeaks belgelerindeki satırlar polemiklere taşınmamalı.
SUSAN TELEFONLAR
Bayrampaşa cezaevinin önünden geçerken yıllarca cep telefonları çalışmazdı.
Bayrampaşa artık hapishane değil ama cep telefonları hâlâ -eski karıştırıcı frekanslar düzeneği kaldırılmamış olmalı ki- çalışmıyor.
Sanki o sessizlikte yıllarca çekilen acılar, duvarlarına sinen iniltiler, yaşanmış olan facialar, insanlık dramları birkaç dakika da olsa “hatırlansın” diye.
11 yıl önce Bayrampaşa cezaevindeki facia için ortaya çıkan son belge olayın hâlâ acıyan yaralarının kabuğunu kaldırdı.
“Ölüm orucundakileri hayata döndürmek” gerekçesi öne sürülerek yapılan jandarma operasyonu meğer daha “ölüm orucu başlamadan önce” planlanmış.
Oysa “eylemin 60. gününde artık oruç yapanların -tıbbi olarak- ölebilecekleri, bu nedenle müdahale edildiği” açıklanmıştı.
Elbette, böylesine “kanlı ve cinayetlerle sonuçlanan şiddet uygulamalarıyla” müdahale, kimsenin onaylayacağı şey değildi, ama ölümlerin engellenmesi, cezaevindeki kurtarılmış bölge durumunun noktalanması, insani kaygılar ve hukuk devleti ilkelerinin gereği olarak bir şeyler yapılması gerekli görünüyordu.
“Ölüm oruçlarının örgüt zorlamasıyla yaptırıldığı ve sürdürüldüğü” yolunda medyaya yansıyan haberler, “bu dramın artık sonlanması psikolojisini” üretmişti.
Durumun daha vahim boyutlara ulaşmaması, yaranın daha derinleşmemesi için geç kalınmakta olunduğu kuşkuları da vardı.
Ama...
Yüreği ve vicdanı olan hiç kimse o kan revan içindeki baskın sahnelerine tahammül edemezdi.
Baskın, “özensizlik, savrukluk, yönetim hatası, dehşet psikolojisiyle kontrollerin yitirilmesi” olarak algılanmıştı.
İçeride bulunduğu iddia edilen çok sayıda silah, mahkûmların tehditle kendilerini yakmaya zorlandığı yolundaki açıklamalar, çatışmada jandarmanın kontrolden çıkmış olabileceği yorumlarına zemin hazırlamıştı.
Ancak...
Görüyoruz ki ortada “oruçların ölümle sonuçlanmasını önlemek” gerekçesini silebilecek bir plan varmış.
“Ölüm oruçlarının başlamasından” çok önce yapılmış bu plan... “Her olasılığa karşı bir plan” yöntem olarak anlaşılabilir ama “kan akıtmadan ve cana kıymadan” sonuç alacak teknoloji kullanmak eksenli olmalıydı.
Bunların ortaya çıkması ve soruşturulması yitirdiğimiz canları geri getirmez ama geleceğin barbarlıkları için “caydırıcı” olur.