Asker-siyasetçi ilişkileri için netameli dönemlerde ortaya şu formül atılır:
“Genelkurmay Başkanı ve komutanları, ilgili generalleri bir kararname çıkararak emekli yaparsın... Bir kararnameyle de yerlerine atamalar yaparsın. Böylece siyasi iradenin egemenliğini sağlarsın.”
Olabilir...
Özellikle askeri müdahale, askeri muhtıra, askeri darbe durumlarında -belki de- sonuç alınabilir.
Emsal teşkil edeceği için de “cuntalaşma” gibi oluşumları önleyecek “caydırıcı” bir tavırdır.
Dünkü yazısında komşum Hasan Cemal de bunun örneğini verdi.
Askeri müdahale sırasında merhum Nuri Bayar’ın yukarıda işaret ettiğim “emeklilik ve atama mekanizmasının işletilmesini” önerdiğini ama dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in “havaya bakarak” yeşil ışık yakmadığını yazdı. Önemli bir konuyu gündeme getirmiş oldu.
Çekince
Bu askeri darbeleri yaşamış olan siyasetçilerle konuşmuştum.
“Önemli bir çekince”ye işaret etmişlerdi.
Genelkurmay Başkanı ve komutanları emekliye sevk etmek ve yerlerine atama yapmak için sadece hükümet imzaları yeterli olmuyor. Cumhurbaşkanı’nın da imzası gerek.
İşte siyasi iktidarların elini tutan da bu oluyor.
Çünkü 27 Mayıs 1960 İhtilali hariç, Abdullah Gül’e kadar hiçbir dönemde siyasi iktidara sahip parti mensubu bir Cumhurbaşkanı olmadı.
1960’ta Celal Bayar Cumhurbaşkanı’ydı ama sapında kurucusu olduğu Demokrat Parti’nin sembolü “DP” harfleri olan bir bastonu kullanıyordu.
Yani açıkça ve net olarak “tarafsız” değil, hükümet partisi DP’li olduğunu ilan ediyordu.
Ne var ki ihtilal o zamanlar Türkiye geleneğinde yoktu. Darbe beklenmiyordu. Komutanlara emeklilik kararnamesi hazırlama imkânı bırakılmamıştı. Hazırlıksız yakalanmışlardı.
Telefona çıkmadıDaha sonraki darbelerde ise Çankaya’da eski askerler yer aldı.
Başbakanlar, neredeyse ayak seslerini duyurarak “rap rap” gelen darbelere karşı “komutanlara emeklilik kararnamesini, cumhurbaşkanlarına imzalatacakları” konusunda hiçbir zaman emin olamadılar.
O kadar ki...
Genelkurmay Başkanı kuvvet komutanları imzasıyla hükümeti düşüren 12 Mart askeri muhtırası verildiğinde, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, bütün çabalarına rağmen Cumhurbaşkanı -Eski Genelkurmay Başkanı- Cevdet Sunay’a saatlerce uğraştığı halde telefonla bile ulaşamadı.
Değil komutanları emekliye sevk edecek bir kararnameyi imzalamak, asker kökenli Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Demirel’in telefonuna bile çıkmamışsa haydi geçmiş olsun.
12 Eylül’de 1980 İhtilalinde ise gerçi Köşk’te Cumhurbaşkanı Vekili olarak İhsan Sabri Çağlayangil vardı ve iktidardaki Adalet Partisi mensubuydu. Fakat handikaplıydı.
“Asil” olmadığı için “vekil” sıfatıyla böylesine ağırlıklı bir kararnameyi imzalayacak güce sahip değildi.
Ayrıca AP azınlık iktidarıydı. Pamuk ipliğiyle bağlıydı.
Ve Çağlayangil milli iradeyi temsil eden Meclis tarafından seçilmiş değildi. İdareten köşkteydi.
Daha sonraki yıllarda ihtilalin lideri, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren’e, “Demirel ve Çağlayangil bir kararnameyle sizleri emekliye sevk etselerdi ne olurdu” diye sormuştum.
Gülümsemişti “Hiçbir şey değişmezdi, kararlaştırdığımızı gene yapardık” demişti.
Zaman o zaman değil“Zamanın ruhu” o zamanlar farklıydı...
Her gün 20-30-40 kişinin öldürüldüğü, terörün başbakanları bile vurduğu, hava karadıktan sonra kimsenin dışarıya burnunu uzatmadığı çok karanlık bir süreçti.
12 Eylül öncesi toplum artık “illallah” noktasına dayanmıştı.
2009 Türkiye’sini ve 2009 Türkiye’sinin siyasi iktidarını daha öncelerinin darbe dönemlerindeki Türkiye ile ve siyasi iktidarlarıyla karşılaştırmamak gerek.
Çünkü değişen sadece parti ve başbakan isimleri değil... Cumhurbaşkanları ve “zamanın ruhu” da siyaset denkleminin “değişkenlerini” oluşturuyor.
Yani “çok değişkenli” bir siyaset denklemi var...
Türkiye artık değişti ve değişmekte... Sivilleşme sürecinde önemli mesafeler alınıyor.
Bu süreçte askerin artık her şeyin eskisi gibi olmadığını ve olamayacağını içselleştirmesi gerekiyor.
Buna karşılık sivilleşmeye hepimizin omuz vermesi ise aydın namusu zorunluluğudur.
Ama bunu yaparken şahıslarla kurumları birbirinden ayırmaya da özen göstermemiz önemlidir. Kurumları yıpratmaktan uzak durmalıyız. Hele bu gibi durumları “intikam fırsatı” gibi görenlerin ya da “askerin burnunu” sürtmekte tatmin arayanların ve nihayet “askeri bitirme senaryosunun” varlığını da görmezden gelemeyiz.