Asırlık çınar CHP’yi gene içten içe kurtlar yiyor. Hâlâ görkemli ama Alejandro Casona’nın “ağaçlar ayakta ölür” tiyatro oyununu hatırlatıyor.
Önce Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konulmuştu.
Sonra Yeşilçam filmi oldu.
Bunca yıldır içi kemirilen, oyulan CHP’yi sanki sadece devasa bir kabuk haline getirmeye kodlanarak dünyaya salınmışlar.
Daha “dün” kurultayda tüm oyları alarak “ittifakla” seçilmiş bir genel başkan nasıl arkadan böylesine hançerlenir, anlaşılır şey değil.
Kılıçdaroğlu’nun ve yeni ekibinin her söylemi, her eyleminde “bubi tuzakları” patlama yapıyor.
Güneydoğu’da -adeta- yıllardır “yok” hükmünde olan ve Başbakan Erdoğan tarafından “Sivas’tan öteye gidemiyorsunuz” diye mizah konusu yapılan CHP’nin lideri Diyarbakır’a gidiyor...
İlk kez etrafında korumalar ordusuyla kuşatılmadan tek başına Diyarbakır sokaklarını adımlayan, kahveye girip tavla oynayan, sevgiyle karşılanan bir siyasi parti lideri nasıl kınanır?
Hele bir zamanlar rakipsiz olduğu halde yıllardır üzerine çarpı işareti çizilen CHP’nin genel başkanı olması bu geziyi daha da önemli hale getirirken nedir bu “iç tepkiler?”
GÜNEY VE KAYA’NIN MEZARLARINDA
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Paris’te Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını ziyaret etti.
Kıyamet koptu.
Neden?
Ahmet Kaya bir sanatçı.
Seviliyor...
Cani değil, hırsız değil, vurguncu, talancı değil.
Sanatını icra ederken etnik görüşleri vurgulamış.
Olabilir...
Siyasi partilerin misyonu bütün etnisiteleri kucaklamak değil mi?
Yılmaz Güney’in ise “katil” olduğu gerekçesiyle, Kılıçdaroğlu’nun onun mezarına gitmesi de eleştiriliyor.
Yumurtalık hâkimini öldürmesi elbette onaylanamaz.
Tanıklara göre “filmin çekildiği sette geçen olayda ağır tahrik” var.
Ayrıntılarına girerek “yaşamını yitiren savcının ailesini rencide etmek” istemem.
Sadece olayda “dozu kaçmış alkol ve Yılmaz’ın eşini hedef alan ve bir erkeğin kaldıramayacağı söylem olduğuna, Güney’in silahına bu nedenle davrandığına” işaret etmekle yetiniyorum.
Kaldı ki, Kılıçdaroğlu’nun mezar ziyareti, bu olay nedeniyle mahkûm olan değil Cannes gibi saygın bir ödülle taçlandırılan sinema adamı Güney’edir.
“Bir öfkeye mahkûm olan” Güney’in mezarına ziyareti düşünün...
Ve de “30 bin insanımızın ölümüne” neden olan Abdullah Öcalan ile İmralı’da sık sık devlet yetkililerinin “diyalogunu” terazinin diğer kefesine koyun.
1 ve 30 bin...
Ayrıca sadece “sayı” değil...
Çünkü 1 insanımızın canı bile önemlidir.
Ama...
“Saik” de dikkate alınmalı...
“Bir öfkeye mağlup olan” ile “bilerek ve isteyerek 30 bin canın kaybına taammüden imza atan” örgüt lideri arasındaki fark, bir “insanlık suçu uçurumudur.”
Bunun altını çizdikten sonra belirteyim ki “kanın durması için” İmralı faktörünün devletin dikkate almasının ve tüm olanaklarla birlikte, Öcalan diyalogunu da kullanmasının doğru olduğu görüşündeyim.