Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları

Güneri CİVAOĞLU

Tatil kitaplarımdan biri, Milan Kundera'nın "Yavaşlık" kitabıydı.
Şu satırları okumuştum. Düşünüyordum:
"Sevilmek, hak edilmemiş bir armağandır.
Hak edilmeden sevilmek gerçek aşkın kanıtıdır.
Eğer bir kadın bana şöyle diyorsa:
- Seni seviyorum... Çünkü zekisin... Çünkü seçkinsin... Çünkü bana çok güzel hediyeler alıyorsun, çünkü başka kadınların peşinde koşmuyorsun, çünkü bulaşıkları yıkıyorsun.
O zaman hayal kırıklığı yaratır.
Kendimi, karşımdakinin kişisel yararlarını karşılayan bir iş ilişkisi içindeymişiz gibi hissederim."
Yani...
Kundera "Aşk anidir. Kimyasal hadisedir. Elektriktir" mesajını veriyor.
Kundera'nın satırlarına daldığım dakikalarda, değerli dost Feyyaz Tokar'ı kaybettiğimizin acı haberi geldi.
İçim "cızzz" etti. Yandı.

Kundera'nın sevgi tanımıyla, Feyyaz Tokar'ın anıları kendiliğinden bütünleşiverdi.
Düşündüm...
"Feyyaz Tokar'ı neden bu kadar sevmiştim?
Neden böylesine sevmiştik?"
Bu sorunun yanıtını, daha sonraki günlerde de düşündüm.
Meslektaşlarımın ve O'nu benden daha uzun süredir ve daha yakından tanıyanların da Tokar için yazdıklarını okudum.
"- İstanbul Beyefendisi'ydi...
- Herkesin sorunlarını dinler, sırlarını özenle saklardı...
- Gönül adamıydı...
- Küsleri barıştırırdı.
- Keyif adamıydı.
- Dosttu..."
Bu yazılanların hepsi doğru. Hatta az bile...
Ama...
Feyyaz Tokar'ın çevresinde oluşan sevgi tarikatını açıklamaya yetmez.
Galiba Kundera "temelde" haklı.
Feyyaz Tokar'ın kimyası güzeldi.
Daha karşılaşmanın, beraberliğin ilk dakikalarında, karşı konulmaz bir sıcaklık, güvenli dostluk ilişkisinin başladığını ve süreceğini hissederdiniz.
O'nun manyetik alanına girmekte olduğunuzu fark edersiniz.
Feyyaz Tokar'ın, bunu yapmak için, özel ve fazladan bir çabası olmazdı.
Yani...
Emekle, imeceyle hak edilmiş bir sevgi yaratmak için yırtınmazdı.
Genlerinde var olanları serbest bırakırdı.
O kadar...

1970'li yıllardı...
Türkiye'de kan gövdeyi götürüyordu.
Hava karardı mı, Türkiye insanı evlere çekiliyordu.
Ve... Öyle bir gecede, küçük bir grup dost toplanmıştık. Ama ne gece...
Ağızları bıçak açmıyor.
Gözler sabit.
Yemekler güzel ama sohbet lezzetsiz.
Topluluk şık ama bizler ışıksız.
Birbirimizi seviyoruz ama sanki yaşamı değil.
Kulağımız, o gecenin konuğu İlham Gencer'in piyanosu ve sesinde...
Ama...
Ruhumuz sönmüş sanki...
Sonra, Feyyaz Tokar'ın sesi birden yükseldi.
"Ne oluyor?
Öldük mü yahu?
Kendi ülkemizde beyaz Türklere mi döndük?
Silkinin hadi."
Tokar,
bizlere böyle seslenirken ayağa kalkmıştı.
Bir yandan yüreklendiriyor, öte yandan birimizin başını, diğerinin saçını, berikinin omuzunu okşuyordu.
Sanki bir sihir oluşmuştu.
İlham Gencer de mesajı algılamıştı.
O güzelim dizeleriyle "bir başkadır benim memleketim"i söylüyordu.
"Havasına suyuna... Taşına toprağına... Bin can feda benim yurduma..."
Biri, diğeri, öteki... sonra hepimiz şarkıya katıldık.
İlham Gencer'e coşkuyla eşlik ediyorduk.
Gözlerimiz buğulanmıştı.
Feyyaz Tokar, kimyasıyla bir coşku, güven ve sevgi ortamı yaratıvermişti.
"Bir başkaydı bizim Feyyaz Tokar'ımız."

Milan Kundera, gene de benim "nedeni olmayan sevgi yaşamaz" felsefemi değiştirebilmiş değil.
İnsanoğlunun doğal kimyası, iletişimi kuruverir.
Ama...
Sonrasında da, o sevgi, o iletişim sürekli beslenmelidir.
Çiçek bile sulanmak ister. Ancak öyle yaşar...
Tokar da, doğal ve zarif vericiliğiyle "dostlar çiçekliğini" güzel yaşatırdı.
O'nu, 1970'li ilk yıllarda, merhum Kemal Ilıcak ve merhum Ertuğrul Soysal aracılığıyla tanımıştım.
Ilıcak - ne hazindir ki - gereği gibi anılmamakta.
Neredeyse unutuluyor. Buna layık değildir. Allah rahmet eylesin.
Ertuğrul Soysal'ı ise, bir kez tam O'nun isteyebileceği gibi andık.
Ölüm yıldönümünde, bütün dostları toplandık.
Akordeonundan yıllarca dinlediğimiz tangolar çalındı.
Dans ettik.
Soysal'lı hoş anılar anlattık, mikrofonlardan.

Feyyaz Tokar'ı, gelecek yaz, vefat yıldönümünde, O'nun sevdiği gibi sözlü sohbetli anmalıyız.
Eşi Berna - hiç kuşkum yok - bunu, en zarif, en duygu yüklü yapabilecek, aynı kimyaya sahip diğer Tokar'dır.
Satırlarımı, kızı Esra'dan, geçen yaz dinlediğim şu sözlerle noktalayayım:
"Babamın ayakkabılarını bağlarken, başım önde ağlıyorum. Bir dakika sonra, başımı kaldırdığımda göz göze gelince gülüyorum."
Feyyaz Abi'
ye, o kan pıhtısı vurgununu yedikten sonra, hepimiz aynı oyunu oynuyorduk.
Anlıyordu.
Anlamazdan geliyordu.
Nur içinde yatsın.
Tatil dönüşü, önce Feyyaz Tokar için yazmadan başka konulara girmek içimden gelmedi.
Gecikmiş görünse de ilk yazıdır.

Yazara EmailG.Civaoglu@milliyet.com.tr