ŞU satırlar yazılırken hâlâ “tahliyeler” bekleniyordu. Şimdiden “insani ve adil değerler için çığlıklar” olan cazla ön karşılama yapayım.
Hafta sonu yazısına uyar.
.....................
Modern Caz’ın “yaşayan efsanesi” Marcus Miller...
Cemil Topuzlu sevgi seli barajı gibi.
Basklarnet, klavyeli çalgılar ve “Fender”in kendi adını taşıyan 4 ve 5 telli gitarlarıyla sahne devini izlemek notalarla kanatları uçmaktı.
Biz yükseklerdeydik ama bize kanat takan Marcus sahnede fani insan ölçüleriyle çalmaktan mutluydu.
O tevazu irtifaında alçak uçuştaydı.
İki arkadaşıyla birlikte bass gitar dünyasını “g3” olarak adlandırılan bir müzik gurusu o.
İKSV’nin 40’ıncı yılı için bir “The İstanbul Project”e liderlik yaptı.
Türkiye’nin önde gelen virtüözleriyle, İstanbul’da 3 gün kapandılar.
Bir “caz ayini” çalışması yaptılar.
Klarnette Hüsnü Şenlendirici, vurmalı çalgılarda Burhan Öcal ve Okay Temiz... Trompette İmer Demirer ve gitarda Bilal Karaman...
Perşembe gecesi de Cemil Topuzlu’da sundular.
Sonbahar ve kış aylarında Lütfü Kırdar, yaz aylarında Cemil Topuzlu’da konser öncesi Borsa’dan lezzetlerle başlarım.
Göksel Bey’in tavsiyelerine göre içerim.
Konserlere psikolojik hazırlık ritüelimdir bu.
Cemil Topuzlu’daki “caz ayini” tahmin edileceği gibi müthişti.
Ama...
Ya o final!
Hüsnü Şenlendirici ile Marcus Miller’in Sezen Aksu’dan “Ah İstanbul” düeti iliklerimize işledi.
İkisi büyüktü ama kalp kapakçıklarımla Sezen’i de alkışladım.
Burhan Öcal’ın parmakları inanılmazdı.
Okay Temiz doğanın efektiydi.
İmer Demirer New York’un caz tapınaklarından gelmiş gibiydi.
Bilal Karaman ise Marcus Miller’le sanki Anadolu aşıkları geleneğindeki gibi “gitar taşlaması” yaptı.
Final, dünyayı tsunami gibi saran Marcus Miller’in “blast”ı ile yapıldı.
Konser sonrası kuliste Marcus ve diğer sanatçılarla laflarken kulaklarımda onların notaları uçuşuyordu.
“Buradan sonra nereye gidelim” diyen arkadaşlara “kusura bakmayın kulaklarıma kalite düşürtmeyeceğim” cevabını verdim.
ABDÜLHAMİD VE JAMAİKA CAZI
ESMA Sultan Yalısı’nda Boğaz ışıklar içinde...
Limonata gibi esiyor.
Serinliği tadında güzel bir yaz gecesi.
Dolunay yükseliyor...
Jamaika Grubu nasıl da güzel çalmakta.
Slv&Robbie Rolling Stones’tan Madonna’ya nice ünlülerle çaldı.
Serge Gainsbourg’un Jamaika’da kaydettiği “reggae” albümünün ve Grace Jones’u dünya starı yapan “Nightclubbing”in prodüktörlüğü yapmıştı.
Jamaika’dan ritimler tatlı tatlı akarken ne içilir?
Elbette “rom...”
Abdülhamid’in torunu “Son Osmanlı” diye anılan merhum Osman Efendi’den dinlemiştim.
Meğer Halife Sultan Abdülhamid rom içer ve pek de severmiş.
Osman Efendi “içki günah değil mi” diye sorunca şöyle cevap verirmiş:
“Rom şeker kamışı suyudur. O yüzden günah değildir...”
Esma Sultan Yalısı da Osmanlı saltanatının yapıtlarından biri.
Canım rom istedi ama sıra sıra bardaklarda beyaz ve kırmızı şaraplar...
Votka ve bira şişeleri önünde kuyruk uzanıyordu.
Tezgâhın uzak bir köşesinde ise ne göreyim?
Bir şişe “Havana Clup” etiketli “rom...”
Bir büyük bardak cola, iki parmak limon suyu, birkaç dilim limon ve rom... Bol buz...
Kulağım müzikte yalının önündeki iskeleye yöneldim, müthiş keyifliydim.
Ama...
Artık gerilerde kaldığını ve unuttuğumuzu sandığım pis bir koku gelmez mi burnuma.
Ne yazık!..
Dünyada tek olan bu “harikayı” b.. kokutmak nasıl bir şey?
“Ses kirliliği” iddiasıyla Boğaz’daki mekânların denize açılan bahçelerine perde indirtenler bu kokuya da engelleme yapmalılar.
Grup üyeleriyle yalının giriş yolundaki onarılmış eski müştemilatta lafladık.
Neşeli ve hayatı dibine kadar yaşayan keyif adamları bunlar.
Dünyanın en güzelleri arasında sayılabilecek müziği yaparken burunlarına gelen o kokuyu “rüzgâr ters esince böyle oluyor işte, suç rüzgârın” diye mi açıklamalıyız?
İstanbul son 10 yılda büyük değişim ve değişimlerin kenti Başkan Kadir Topbaş’ın hakkını teslim etmek gerek.
Bu koku sorununa en çok üzülenlerden biri olduğunu düşünüyorum.
Haliç’ten de geçerken kötü kokular geliyor.