Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları

Bir Galatasaraylı olarak arkasında “Güneri” yazan Fenerbahçe formasını giydim mi?
Dünkü yazıdan sonra Cimbomlu ve Fenerli dostlar bunu soruyorlar.
Giymedim tabii... Eğreti forma olur mu?
Hatta otelden ayrılırken resepsiyondaki görevli “Valizinizi indirmek için odanıza çıktım. Çok güzel bir tişört unutmuşsunuz, onu da aşağıya getirdim” dedi ve odada bıraktığım Fenerbahçe formasını gösterdi.
“Unutmadığımı, isteyerek ve bilerek, özgür irademle odada bıraktığımı, kendisine büyük bir zevkle hediye edebileceğimi” söyledim.
Nasıl da memnun oldu...
Formayı giymedim ve otel görevlisine verdim ama maçta Fenerbahçe’yi tuttum.
Yabancı hangi takımla karşılaşırsa karşılaşsın Fenerbahçe’yi desteklerim. Türkiye sınırları içinde hangi takımla karşılaşırsa karşılaşsın onlardan yana olurum.
Bu konuyu netleştirdim sanıyorum.
Maç izlenimlerine gelince...

Haberin Devamı

FUTBOL ŞENLİKTİR
Fenerbahçe-Twente maçının oynandığı “De Grolsch Veste” stadyumun yeni adı.
İlk adı “Arke” iken Grolsch birasıyla sponsorluk anlaşması sonucu bu bira markasını ve biranın üretildiği Veste kasabasını yansıtıyor.
2008’de yenilenmiş.
Yürüyen merdivenler, düzenli ve geniş kapılar, rahat koltuklar...
Bütün tribün boyunca uzanan iç mekânda şarap, bira ve diğer içkiler satılıyor.
Sandviç ve hamburger mekânlarının yanı sıra lokantalar, yuvarlak bar masaları, hoş ışık oyunları şenlik psikolojisi veriyor.
Gergin değil gülümseyen insanlar... Temiz ve düzgün giyimliler. Görevliler ve seyirciler arasında standart üstü güzel sarışınlar.
Ve nazikler...
Bir gün önceki havaalanı pasaport polisinin ırkçı tavrıyla ilgileri yok.
Ama... “Türk ve Müslüman” vurgulaması yapıldığında çoğu kez araya bir cam duvarın yükseldiği izlenimlerini orada yaşayan Türklerden dinledim.
Bizim tribünde Türkler ve Hollandalılar karışıktı.
Bizim gruptaki özellikle Fenerbahçeli arkadaşların “baharatlı” tezahuratı rahatsızlıkla karşılanmadı.
Onlar da bağırıyorlardı.
Arada bir gülümsüyorduk.
Sigara yasağı olduğu için “içki de yasaktır herhalde” diye düşünüp oteldeki mini barlardan 3’er 5’er avuç içi kadar küçük viski şişelerini ceplerimize doldurmuştuk.
Ağız tadıyla içemedik.
Aramızdan bazılarını kadın polisler yakaladılar, şişelere el koydular.

Başkan jeti gibi
Bir Fenerbahçeli bunu yapar mı bilmem ama gruptaki biz birkaç Galatasaraylı, bir buçuk saatlik maç için 3 saat gidişte 2 saat de dönüşte yol yaptık.
İçinde 3 yemek masası ve onları çevreleyen oturma grupları, koltuklar...
Şampanya dahil her türlü içkinin ve suşi çeşitlerinin, harika peynirlerin, meyvelerin -hoş bir fizikle, zekâ ve güler yüzün bütünleştiği- bir genç kız tarafından servis edilişi...
Türkçe pop ve alaturkayı da içine alan müzik yayını...
Bunu “özel jet” sanmayın.
Sadece süper konforlu bir otobüs. Tek aksama sigara yasağıydı. Bizimkiler sigara içmek için “Bir benzin istasyonunda durun da tuvalete gidelim” numarasını çektiler ama tutturamadılar. Hostes, “Otobüsümüzün tuvaleti var buyurun” dedi.
Tek çare kalmıştı.
Toplu eylemle bu yasağı delmek.
Yaşamda böyle parantezler açmak keyifli oluyor.
Ne sohbetlere girilmiyordu ki...
Örneğin... Hollandalılar kışın başında lale soğanlarını topraktan söküp buzdolaplarına koyuyorlar, bunları ilkbaharda yeniden eski yerlerine dikiyorlarmış.
Bizim Metin Münir bu konuda farklı görüşteydi.
Kendi bahçesinde “lale yetiştirdiğini hiç de kışın söküp ilkbaharda dikmek durumları olmadığını, Hollandalıların yanıldığını veya bunu bize söyleyen mihmandarın yanlış hatırladığını” o özgüvenli ses tonu ve yüz ifadesiyle anlattı.
İlginç bir lale soğanı muhabbetiydi...
Böyle bir dizi Ankara’nın siyaset beylerbeyleri ve Hakkı Devrim üstadın deyimiyle biz “köşe kadılarının” dışındaki coğrafyada gezindik.
Trafik düzenliydi, her yer temiz...
750 bin nüfusuna karşılık trafikte 1 milyon bisikletin kayıtlı olduğu Amsterdam’da, bir de kanallardaki ulaşım seçeneğini ekleyin, az sayıda otomobille zehirli gaz salımı minimuma çekilmiş bir temiz hava kenti orası...

Haberin Devamı

AZAP KENT
İstanbul’a âşığım...
Ancak özellikle trafik bu güzelim şehirde yaşamı “azap” haline dönüştürüyor.
Yüzük taşı gibi özenli ve pırıl pırıl Amsterdam’dan döndük.
Terminal çıkışı işte o azabı tüm hücrelerimde hissettim.
Hacı kafileleri gelmiş. Her hacı için en az 8-10 karşılayan da gelmiş.
Terminalin az ötesinde yolun üç yönünü de kapsayan göktaşları düşmüş gibi üç büyük inşaat çukuru açılmış.
Bu inşaatların rezalet tıkaçlarını açmak için iki de “U” dönüşü ile trafiği iyice kitlemişler.
Kaldırımlarda bekleşenlerin, araçlarda çile dolduranların ağızlarından çıkanları bu azabın sorumluları duymalıydı.
AB’ye giriş için terminalin çıkışına ilk adım, ilk izlenimdir.
Notu verecek olan yabancı damat bile olsa sıfırı basardı.
.............................
Not: Dünkü yazımda Anna Frank’ın Amsterdam’da doğduğunu ve tüberkülozdan öldüğünü yazmıştım.
Henüz 13 yaşında olan dikkatli bir okuyucum arayarak “Anna Frank’ın Frankfurt’ta doğduğunu ve babasının Naziler hakkındaki önsezisi sonucu ailenin Amsterdam’a göçtüğünü, tavan arasındaki gizli bölmede 2 yıl 8 ay saklandığını daha sonra bir toplama kampında tifodan öldüğünü” anlattı.
“Anna Frank’ın yaşamını araştırdığı için bilgileri edindiğini” söyledi.
13 yaşındaki bir delikanlı adayının böyle konulara kafa yorması, gençlik için daha da iyimser olmamız gerektiğini düşündürtüyor.