YAZI bitmişti. Gazeteden Mehmet Ali’nin yoğun bakımda olduğu Vehbi Koç Amerikan Hastanesi’ne gitmek için çıktım.
Kapıda rastladığım gazetedeki arkadaşlar “ölmüş” demişlerdi ama doğrusu birkaç saattir süren spekülasyonlardan biri sanmıştım.
Nişantaşı’na yaklaşırken haber kesinleşti.
Hastane girişinde televizyonların nakil araçları, kameralar, antenler, ellerinde mikrofon gazeteci milleti bir iletişim ormanıydı.
Sorulara, uzanan mikrofonlardan “şu görüntüye bakın, işte Mehmet Ali Birand’ın anlamı” dedim.
İkinci kata az sayıda yakın dost geçebilmişti.
Kısa süre onlarla “Mehmet Ali’yi konuştuk.”
1992’de ilk genel müdürü olduğum Show TV’yi kurarken öneri yaptığımız ve ekranımıza kazandığımız ilk iki isimden biri Uğur Dündar’ın yanı sıra Mehmet Ali Birand’dı.
Kanalın kurucu sahibi Erol Aksoy da ikinci kattaydı.
Gözleri nemliydi, kızarmıştı.
O günleri kısa süre yaşadım.
Birkaç dakika dostlarla acı yüklü sohbet...
İçerideki odadan eşi Cemre ve oğlu Umur çıktılar.
Kucaklaştık...
Cemre gene acılarını dimdik taşıyordu.
Umur’un yüzü yağmurluydu.
Baktım...
Saçlarına yer yer kır düşmüş.
Onu Birandlar henüz Türkiye’ye dönüş yapmadan Brüksel’deki evlerinin yatak odasındaki haliyle hatırladım.
Gözleri babası gibi fıldır fıldır dönen sevimli iki kömür parçası.
Babası gibi yanaklarında gamzeler.
Annesinden okulda beğendiği kız arkadaşının ismini öğrenmiştim.
Onun, “yarın kız arkadaşınla kahve içeceğiz” diye damarına basıyordum.
Gözler fıldır fıldır, gamzeler daha da derin “olamaz, çünkü benle beraber olacak” diye cevap veriyordu ama gene de hafiften kuşkuluydu.
Şimdi...
Kendi çocuğu var.
Mehmet Ali’nin kalbi durmuş.
Darbeyle çalıştırmışlar.
Bir süre “beynine kan gitmemiş, acaba beyin ölümü oldu mu diye şüphelenmişler.”
Öğleden sonra Umur babasına, kendi çocuğunun adını söylemiş.
Bir kere...
İki kere...
Üç kere...
Mehmet Ali’nin yüzünde kaslar hareketlenmiş.
Gülümsemiş.
Umutlanmışlar.
Hem “beyin ölümü olmamış” diye...
Hem de “hayata dönüş” umudu işte...
Mehmet Ali’nin ameliyat sonrasını hatırlıyorum.
Umur’a “nasıl” olduğunu sormuştum.
O da babası gibi mizah DNA’lıdır.
“Adam 7 canlı yırttı” cevabını vermişti.
Nasıl da sevinçliydi.
................
Bu “pankreas kanseri” denen illet çok farklı.
“Oldu” mu 1 yıl içinde götürüyor.
İşte sevgili Ufuk Güldemir.
Daha ilk teşhis günü beraberdik.
Bizim “Çarşamba yemeği” sonrası “kalın” işaretini verdiği birkaç kişiydik.
İki saat evvel bu mel’un hastalığın teşhisini söylemişti.
Tesadüf...
Harika dost, Mayo Clinic meleği Dr. Sait Tarhan da bizimle beraberdi.
1 ay öncesinden gün vermeyen Huston Hastanesi’ndeki dünyanın 1 numarasına telefon etti ve 3 gün sonrasına Ufuk için randevu aldı.
Ufuk gitti.
Fakat...
Bu “illet” ilerlemişti.
“Ameliyat yapılamaz, artık geç” demişler.
Mehmet Ali ise 4 aylık ön tedaviye iyi cevap vermişti.
Bu nedenle ameliyat yapıldı.
“Umut” veriyordu.
Gerçi, Ufuk da mucize gibiydi.
Huston’daki işlemlerden sonra ava gitmişti.
Kilometrelerce yürümüş, av alanlarında çadırda sabahlamıştı.
Mehmet Ali’nin deniz gezileri, yılbaşında Hindistan’a gidip dalması “yoksa kanseri yeniş belgeseli mi” diye düşündürtüyordu.
Ama ne av, sıcak denizlerde su altı...
Bunlar ne yazık ki aldatıcı...
.........................
Ufuk’la ölmeden önceki son TV söyleşisini yaptık.
O gitar çalıyordu, eşi Gaya piyanodaydı.
Bana “bizim gibi adamlar son noktayı da planlar. Öldüğüm zaman Haber Türk’ün önünde müzik istiyorum. My way çalınsın. Hayatım boyunca kendi yolumda yürüdüm, bu şarkı benim” demişti.
Mehmet Ali’nin de bir sırrına -dolaylı olarak- vakıfım.
Ortak dostumuz bir doktora “TV’ye gideyim, haberleri sunayım, eve döneyim. İki duraktan birinde hiç beklemediğim bir anda öleyim. Ama ne evimden, ne TV ekranından uzak kalayım” demiş.
“İkisinin de dilekleri oldu” demeye dilim varmıyor.
Ben Mehmet Ali’yle 1970’li ilk yıllarda arkadaş oldum.
Eşim Canan’la arkadaşlıkları daha eski 1960’lı yıllarda Lozan’dan.
Sadece meslek arkadaşı değil, aile dostuyduk.
Milliyet gazetesindeki çok kısa süreli Genel Yayın Yönetmenliği’nden koptuğu gece bize gelmişti.
Üçümüz o zaman Büyükdere’de olan Şamdan’da yemeğe gitmiştik.
3-5 cümleden birinde elinin baş işaret ve orta parmaklarını öpücük işareti yapan dudaklarına götürüyor “oh... oh... Muhabirliğe döndüm... Misss” diyordu.
Muhabir doğmuştu.
Habercilik damarlarında akan kandı. Ona keyif veren endorfindi.
Yazıya noktayı “baş, işaret ve orta parmağımı dudaklarıma götürüp sonra -oğlu Umur’a da geçen- yanaklarındaki gamzeye- uzatarak” noktalıyorum.