Türkiye’nin “akut (müzmin)” arızalar listesinde bir numara “Kürt” sorunudur.
Ancak...
Her sancılı konuda olduğu gibi önce “çözüm” girişimi başlatılmış, “hukuk” zemini olmadan sürdürülmüştür.
“Oslo” gizli görüşmelerinin medyaya sızmasıyla birlikte “devlet, devlete karşı” duruma gelinmiştir.
Savcılığın görüşmeleri yürüten ve o tarihte Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan (şimdiki MİT Müsteşarı) Hakan Fidan’ı sorguya çağırması... Fidan’ın yukarılardan talimatla bir süreliğine ortalıktan kaybolması... Alelacele bir yasa çıkarılarak yasal kovuşturmadan kurtarılması üzerinden ne geçti ki!..
Ama...
Bu yeterli değildi.
“Kovuşturmanın Başbakan iznine bağlanması” İmralı’yla ve PKK’yla barış görüşmelerinin “suç olmasını” ortadan kaldırmıyordu.
Hatta...
Ucu Başbakan’a da uzanıyordu.
Hukuk zemini olmayan bir süreç ne kadar ilerleyebilirdi?
Hele...
“Barış” için “takvime bağlanmış aşamaların yol haritası” çizilebilir miydi ki?
.............................
Abdullah Öcalan “müzakerelerin hukuk zemini olmadığını, konjonktüre göre değişme tehlikesini, yok farz edilme olasılığını” dile getirmekteydi.
Dün Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın açıkladığı “yasa tasarısı” işte bu hukuk zeminine döşenecek ilk taşlardır.
Önümüzdeki aylarda başka yasaların da Meclis’e gelmesi sürecin sağlıklı yürümesi için gündemde.
Ve elbette...
Tarafların üzerinde anlaşacağı bir “takvimli yol haritası da...”
.............................
Yasa tasarısının içeriğine girmiyorum.
Çünkü...
Çizgileri gölgede geniş bir çerçeve.
Örneğin...
“Dağdan ineceklerin, sosyal hayata kazandırılmaları diye tanımlanabilecek -rehabilitasyon- bile hükümetin uygulamalarına bırakılmış.”
O nedenle konuyu asıl “hukuk” penceresinden değerlendirmek gerek.
Şöyle ki...
............................
İmralı’yla ve barışın müzakere edildiği/edileceği kişilerle ve kurumlarla diyalog “suç” teşkil etmeyecek.
Devletin görevlendirdiği/ görevlendireceği kişiler ve kurumlar resmi misyon sahibi olacaklar.
“Bağlayıcı” söylemler hatta protokollerden bahsedebileceğiz.
Bir diğer önemli/çok önemli yenilik, bu tasarımın yasalaşmasıyla birlikte masanın diğer tarafındakilerin -en azından zımnen- “taraf” kabul edilmesi anlayışıdır.
Öyle ya...
Yasayla tayin edilmiş, amacı “barış” olan müzakerede masanın bir tarafındakiler “devlet görevlileriyse”, diğer tarafta da birilerinin oturuyor olması gerek.
Adı üstünde, “müzakere...”
Diyalog tek taraflı olursa adı “monolog”dur.
O halde hukuken ve resmen masanın diğer tarafındakiler “taraf” kabul ediliyor.
Cumhuriyet tarihinde bu bir ilktir.
Şimdiye kadar İmralı’da Abdullah Öcalan, -bir bakıma- Oslo’da PKK temsilcileri resmen ve hukuken “taraf” değillerdi.
Artık sürecin -büyük olasılıkla- “tarafı” sıfatıyla ya da kimliğiyle çözümün koşullarını, yol haritasını belirlemekte “sürecin” diğer aktörü olacaklar.
Bunun iç politikada olduğu kadar dış politikaya da yansımaları kaçınılmazdır.
Sanıyorum “wording” denilen kelimeler yapısı çok dikkatle ve özenle oluşturulacaktır.
Anayasa komisyonundan başlayarak yasalaşma sürecinde “wording” değişiklikleri yapılacaktır.
CHP’nin “Hukuk zeminini oluşturmak için yasa çıkarılmasına varız” taahhüdü böyle anlaşılmalıdır.
Cumhurbaşkanı seçim öncesinde aceleye getirilen yasa tasarısı ileride onarılması mümkün olmayan “imalat hataları” taşımamalı.
Bu konu ikinci turda cumhurbaşkanı seçimi için Kürt oyları hedefliyor iddialarının ötesinde ve çok daha önemlidir.
Barışa hukuk taşları döşemeye “evet” fakat aceleyle bunların “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenir” durumuna dönüşmesine “hayır...”
Buna dikkat çekmek “sürece taş koymak” değildir.