2010 Türkiye’sinde en zor durumda olan kişi herhalde “Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’dur...”
Ağustos sonunda görev süresi bitiyor.
Emekliye ayrılacak.
Herhalde İlker Paşa sınır boyunda hizmet yaparken gün sayan ve “Gel tezkere gel” diyen nefer kadar “Bir an önce bitsin” psikolojisinde olmalı.
Cumhuriyet tarihinin hiç bir Genelkurmay Başkanı bu kadar zorlu bir süreç yaşamak zorunda kalmamıştır.
Bir yandan Anayasa ve yasal sınırlar içinde kalarak demokrasiye bağlılığı sürdürecek, öte yandan başında bulunduğu TSK’ ya karşı -yürütülmekte olduğuna inandığı- psikolojik savaşı göğüsleyecek, havada uçuşan darbe planları ya da iddiaları, dokümanlarıyla silkelenen kurumunu toparlamaya, dik tutmaya çalışacak...
Ne kadarı gerçek ne kadarı imalat olduğunu kendisinin de tam bilemediği “dehşet verici” bilgi kirlenmesiyle oluşan yoğun siste zorunlu yürüyüş yapacak...
Toplumda “askere güven endeksinin” iniş eğrisi çizdiği bir süreci derin teessürle izleyecek. Belki de kendini bile suçlayacak.
Oysa kaderin getirip komutan olarak onu koyduğu bir kavşaktadır.
Bir başkası da olabilirdi orada...
Demokrasiye bağlılığını her vesileyle ortaya koymuş bulunsa bile kendi görev süreciyle hiç ilgisi olmayan bazı ahmakça yanlışların faturası masasına konulmakta.
Baskı artmakta...
Ana muhalefet lideri Deniz Baykal hükümeti “Asker için ciddi kuşkuların varsa, ya emekliye ayır ya da çağır, gerekeni yap de” çağrısıyla sıkıştırmakta.
TSK’nın etrafına daralan bir çember çizilmekte.
Siyaset söz konusu olduğunda askerin dili Milli Savunma Bakanı’dır.
Sessizlik, Genelkurmay Başkanı’nı konuşmaya ve toplum psikolojisinde askerin savunmasını yapmaya itmektedir.
Bu durumda askerin kışla dışına çıktığı, siyaset coğrafyasına girdiği yolundaki eleştirilerin hedefi haline gelmektedir.
Sadece dışarıda değil içeride de yaralar almaktadır.
TSK’nın bünyesinden sızmalar sürüyor. Hem silah arkadaşlığından hem teknolojiden yaralar alıyor.
Çoğu kez “altı sakal, üstü bıyık” bir “oksimoron” duruma itiliyor.
Bazen “bıraksam” diye düşünüyor mu?
Bilemem...
Ama “bırakmanın sorumsuzluk olacağı, kendine ve yetiştiği ocağın ilkelerine ters düşeceği” kanısında ki devam ediyor.
Dün gazetecilere yaptığı konuşmada “Burası şikâyet yeri değil, çözüm yeridir” söylemini böyle yorumluyorum.
Asker ve siyaset coğrafyaları öyle bir yerde kesişti ki önümüzde hayli sancılı olacak bir süreç görünüyor.
Belki bu günler bile daha hafif kalacak sancılı süreç olacak bu...
Anayasa, yasa değişiklikleri gündeme ağırlık koyacak.
Demokratikleşmeyi hedefleyen o süreçte deneyimli, demokrasiye bağlılığı kuşku dışı bir kişilik olarak İlker Başbuğ’un görevde kalması gerekir.
Yeni anayasa şu aşamada zor görünüyor.
Belki bir sonraki yasama döneminde gerçekleşir.
Ama...
Türkiye’de demokrasiyi “darbe” söylemlerinin, dokümanlarının, iddialarının, planlarının gölgesinden çıkarmak için yasa ve anayasa değişikliklerini yapmak zorunluluğu kendini dayatıyor.
Örneğin, TSK Kuruluş Kanunu 35. maddesinde yer alan “Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevi” hükmü problemlidir.
Her seminer, her harp oyunu, her çalışma grubu (Batı Çalışma Grubu gibi) bu maddeye dayanıyor.
35. madde kaldıkça, asker ve siyaset alanlarının zaman zaman bir biri içine geçmesi kaçınılmaz olabiliyor.
Bir başka ilginç durum Askeri Ceza Kanunu’ndaki boşluktur.
Düşünün, Askeri Ceza Kanunu’nda “darbe” ve “darbe girişimi, darbe planı” gibi suçlar hiçbir şekilde düzenlenmiş değil.
Ne doğrudan ne dolaylı...
Anayasa Mahkemesi’nin son kararından sonra bazı davalar Askeri Mahkeme’ye gönderilecekse düşündürücü bir durum var. Bu davalar “darbe eksenli” iseler, Askeri Ceza Kanunu’na göre askeri mahkemelerde yargı ve ceza nasıl olacak?
Ceza hukukunun “Suçsuz ceza, cezasız suç olmaz” temel ilkesi nerede?..
Demokratikleşme sancısı sadece asker ve siyaset alanında kalmamalı, siyasetin de demokratikleşme süreci yaşanmalıdır.
Siyasi partilerin hâkim-i mutlak “seçilmiş kralları” olan liderler çağdaş demokrasinin sınırlarına çekilmelidir.
Anayasa ve yasa değişiklikleri yapılırken Siyasi Partiler Yasası’nda “dokunulmazlık” olmaz.