TTürkiye bir süredir “yargının dinlendiği” iddialarıyla çalkalanıyor.
Önce bir durumun altını çizelim.
Şimdiye kadar alınan bilgilere göre “dinlemeler yasalara uygun” olarak yapılmış.
Yani...
Yasal olarak yetkili kişiler yetkili karar mercii olan mahkemelerden karar aldırmışlar.
Kararlarda öngörülen süreler içinde dinleme yapılmış.
Yargıçlar, savcılar bu çerçevede izlenmiş.
Hatta İstanbul Başsavcısı Aykut Cengiz Engin de dinlenilmiş.
Dikkat çekici olan şey, Ergenekon zanlılarını dinlemek için gösterilen gerekçenin Aykut Cengiz Engin için de kullanılarak mahkemeden karar alınmış olmasıdır.
Burada “yasal” olmakla “hukuksal” olmak örtüşüyor mu?
Sorunun ucu tartışmaya açık.
Ama ya “Yargıtay santralının da dinlemeye alındığı” yolundaki iddialar?
Yargıtay Başkan’ı Hasan Gerçeker’e göre Yargıtay’ın dinlenmesi mahkeme kararıyla mümkün değil...
Yargıtay 1. Başkanlar Kurulu’nun karar alması gerekiyor.
Oysa dinleme kararını mahkeme vermiş. Ancak teknik nedenlerle dinleme yapılamamış, karar 1 ay sonra kaldırılmış.
Ayrıca Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun “seçilmiş üyeleri” tarafından da bir açıklama yapıldı.
Bu üyeler kurulun seçilmemiş üyeleri olan Adalet Bakanı ve Adalet Müsteşarı’na haziran ayında başvurduklarını açıkladılar. Adalet Bakanlığı müfettişlerinin mahkemelerden savcılar ve yargıçlar için aldırdıkları dinleme kararlarının kamu yararına bozdurulmasını istemişler.
Ancak hiçbir cevap alamamışlar.
Sonuç...
Her kurum gibi Yargı da dinlenebilir ama böylesine yaygın olması düşündürücü...
“Tuz da kokarsa” kaygıları mı?
Yoksa tuzu rutubetlendirecek su koyuvermeleri mi?
‘’Su koyuverenler’’ derken ters köşeye yatıran bir vuruş örneği vereyim.
Başbakan Erdoğan’ın KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve bir işadamı arkadaşıyla yaptığı iddia edilen telefon konuşmaları da yayımlandı. Böyle faili meçhuller de var.
Yani kimin kulağı kimin telefonunda tam belli olmayan hastalıklı bir ortam.
Sanki birileri kafaların karıştığı, sapla samanın birbirine girdiği, suların bulandığı, etrafı sis basmış bir Türkiye istiyor.
Altında “ıslak imza” olmasa bile böyle bir ortamda, hedefleri düşürmek, kim vurduya getirmek planı hissedilmiyor mu?
BÜYÜK KULAKLAR VE GÖZLER
1984, George Orwell’in kitabının adıdır.
Orada temel konu “herkesin her an dinlendiği ve gözlendiği bir toplum” yapısıdır.
Orwell bu kitabı 1947-1948 tarihinde yazmıştı. Onun hesaplarına göre, 20. yy.’ın sonlarına doğru, teknoloji öylesine ilerleyecekti ki herkes her an dinlenecek ve gözlem altında tutulacaktı.
“Büyük Abi seni gözlüyor (Big Brother is watching you)” söylemi sistemin eksenini oluşturacaktı.
Böyle bir yönetimde elbette demokrasiden söz edilemez.
George Orwell’in satırlarıyla çizdiği model, “korku devletidir.”
Böyle bir hastalıklı sosyal dokuda “büyük göz üstünde” ve “büyük kulak her yerde” travması nasıl da korkunçtur!
Dünya bu görüntüye sürüklenmekte.
Örneğin...
ABD’nin “tüm yerküredeki iletişimi denetleyebildiği” ve “her yeri gözleyebildiği” süper teknolojiye sahip olduğu biliniyor.
Dünyanın etrafında dönen uyduların tüm insanlığın üzerinde “EMAR” cihazı gibi çalıştığı bir gerçektir.
Tüm sesler kayda alınıyor.
On binlerce “kod” sözcük otomatik olarak bu ses cangılında av yapıyor.
ABD gibi küresel değil ama başka ülkeler de izleme, dinleme ve gözleme teknolojilerini yoğunlukla kullanmakta.
Terör, uyuşturucu, kara para ve nükleer silah yapımı için trafik kaygıları bu teknolojinin ulusal ve küresel güvenlik amaçlı kullanım nedenleridir.
Sıkı ve ayrıntılı hukuk altyapısıyla demokratik hak ve özgürlükler sınırına girmesinin önlenmesi -büyük ölçüde- sağlanmıştır.
Bir örnek vereyim...
ABD Başkanlık seçimleri sürecinde dönemin başkanı Nixon’ın, Demokrat Parti’den aday rakibinin seçim ofisini dinlettiği ortaya çıkmıştı. Nixon bunun üzerine başkanlıktan istifa etmek zorunda bırakılmıştı.
Demokrasi tarihine bu olay dinlemenin yapıldığı binanın adıyla “Watergate” skandalı olarak geçmiştir.