Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları

Son deprem kıyameti Marmara fay hattı ve İstanbul için de “acil uyarı” olarak algılanmalı.

“Daha duyarlı” olmamızı sağlar düşüncesiyle bazı satırlar yansıtıyorum:

Helikopterin küçük lombozundan aşağı baktı.

Denizin içinde daha önce bilmediği küçük adacıklar gördü önce; sonra daha dikkatli bakınca ağaçlar, damlar, duvarlar ve beton yığınları. Neresi olduğunu anlamadı. Bir yerde, suya gömülmüş enkazların arasından Marmara’nın bir kol gibi kara içlerine doğru uzandığını, bitmesi gereken, toprağa teslim olması beklenen noktada derinleştiğini, genişlediğini yeniden denizleştiğini fark etti.

Haberin Devamı

Küçükçekmece Gölü Marmara’ya kavuşmuş, denizle birleşmişti.

Helikopter sağır edici bir gürültüyle artık çok alçaktan, yarısı suya gömülmüş kıyı şeridini izleyerek batıya doğru uçuyordu.

Denizin dibinde yollar vardı……… Boydan boya yırtılan bir ağız gibi, uzayıp giden ince, karanlık bir yırtık.  Yerkürenin derinliklerinden yükselen hıçkırıkla yarılan karnı. Sefaköy, suyun içine yerleştirilmiş bir satranç tahtasına benziyordu.

Yüksek binaların pek çoğu yıkılmamış, yarı bellerine kadar denize gömülmüş birer piyondular.

Bir zamanlar kıyı yolunun geçtiği güzergâh yoktu artık.

Surlar yüzüyordu denizin üstünde.

İstanbul için lütfen

BİNA LEŞLERİ

Araba, kamyon iskeletleri ve paramparça bina leşleri.

Ve birden, heyula gibi bir tankerin, bina enkazlarının üzerine çıktığını gördüler.

İleride bir tanker daha, karada kalan, denize kafa tutan faleze gömmüştü burnunu.

Yerkürenin hıçkırıkları, koca gemileri kendisine direnen kara parçalarına kusmuştu.

O parçalardan biri Haliç’e doğru uzanan Kumkapı sırtlarıydı.

Topkapı Sarayı, mağrur bir imparatorluğun en büyük tuğrası, burnun sivrilen ucuna asılı kalmıştı.

Haliç’in üzerinden uçarken Feride’nin gözleri dolu doluydu.

İstanbul için lütfen

Aşağı bakamadı.

Baksaydı, bin yıllık Galata Kulesi’nin artık olmadığını, köprülerin kırılmış, iki yüzük gibi öksüzlüğünü, Karaköy Limanı’nı dev dalgaların kepçe gibi oyduğunu, görkemli binaların denize diz çöktüğünü ve beyaz İstanbul vapurlarının birer martı kadavrası gibi karaya vurduklarını görecekti.

Haberin Devamı

Neyse ki bu satırların hepsi “Mine G. Kırıkkanat’ın BİR GÜN, GECE” romanından… Yani kurgu. Ama…

Jeologların, üniversitelerin “olası bir İstanbul depremiyle ilgili çalışmalarından, simülasyonlarından esinlenmiş olabileceğini” düşünüyorum.

Keşke bu satırlardan hareketle önümüzdeki seçimlere katılacak bütün siyasi parti liderleri ve kurmayları
“BİR GÜN, GECE” romanını okusalar.

Dramatize edilmiş böyle bir edebi simülasyon umarım ve sanırım ki onları önümüzdeki dar zamanda “İstanbul’umuzu depreme karşı dirençli hale getirmek amacına odaklandırır.”

LAĞIM FARELERİ

Daha da etkili olabileceği dileğiyle romandan seçtiğim satırlarla devam…

Her yer ceset kaynıyordu.

…………………

Ceset kamyonu geliyor!

Ceset kamyonu geliyor!

Molozların arasında, çadırlara doğru bağırarak koşan küçük bir oğlan çocuğuydu.

……………..

Bir zamanlar kentin en işlek kavşaklarından biri olan boşluk, zaten meydan (Taksim, G.C) sayılmazdı artık.

Savaş alanı gibi delik deşik bir yıkım tarlasından ibaretti.

Gökdelen bir otelin yıkıntısı hemen tüm alanı kaplamış önündeki parkı engebeli arazi yapmıştı.

Haberin Devamı

İstanbul için lütfen

Olası İstanbul Depremi İçin Büyük Hazırlık - Denizden yapılacak tahliyeler için 6 nokta belirlendi. Vatandaşlar araçlarla bu noktalara taşınacak, ardından gemilerle İstanbul dışına çıkarılacak.

…………………..

Ortadaki metro ağzı moloz yığınlarıyla dolu olmasına karşın, henüz çadır verilemeyenlerin korunağı haline gelmişti.

Aslında bu meydana toplanan felaketzedeler, şanslı sayılırlardı.

Yıkılan otelin karşısında küçük bir park alanı olan ender yerlerden biriydi.

Dolayısıyla ilk günden öteye çadır kurabilmek mümkün olmuştu.

………………..

Metro ağzı mucizevi biçimde lağım ve yağmur sularının istilasına uğramamıştı.

Ancak oraya sığınanlar çadırdakilerden daha çok fareyle boğuşmak zorundaydılar.

Her yeri fareler basmıştı.

Ölüsü ve dirisiyle bazısı kol kadar iri lağım fareleriydi.

İstanbul için lütfen

YAĞMACILAR

Eskiden günün gecenin her saatinde uğuldayan koca kent, bütün motorları durmuş, bütün sigortaları atmış, kırık dökük iskeleti kemirgenlerin dişlerine terk edilmiş yapay bir canavarın enkazıydı.

Çelik putrellerin insan etine çakıldığı, betonarmenin toprak, çamurun kanla karıştığı bir heyula cesedi.

Gündüzleri ağır yaralı ama hâlâ kımıldıyor gibiydi.

Ama geceleri…..

En çok da ölü soyucuların, yağmacıların ihtiraslarına.

Ölümün çemberinden geçmiş, dolayısıyla
gözü dönmüş sürüler,
sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetime meydan okuyor.

……………….

Kent gün ağırınca yine çadır, yatak, yemek temposuna dönüyordu.

İstanbul için lütfen

SORUMLULUK BİLİNCİ

Sadece roman satırları olmasına rağmen bir İstanbul sakini olarak derinden etkilendim.

Bu satırların ve asıl romanın siyaset kadroları üzerinde de sarsıcı, silkeleyici olabileceğini, “İstanbul’da büyük deprem gerçeği” bilincini tokat darbesi gibi hissettireceğini düşündüm.

Halkımızın da hangi partiden olursa olsun siyasetçilerden beklentilerini yönlendirmekte ve yükseltmekte katkıda bulunabileceğinin sorumluluğunu hissettim.

Yangınlardan, önemli ve hassas yapıların çöküşünden, hava limanı ve yollarla ilgili simülasyonlardan satırları özellikle koymadım.

………………………

Ben ve eşim belirli bir yaşa geldik ama gençler ve çocuklar için yakarıyorum: “İstanbul’a dikkat… Lütfen, lütfen, lütfen…”