Japonya sarsıldı. Depremin büyüklüğü 8.9... Bir yandan depremin şiddeti, öte yandan depremin ürettiği tsunami dehşet verici.
Dikkat edin...
Japonya Başbakanı’nın TV açıklamasında altını çizerek vurguladığı ilk bilgi “nükleer santrallarda sızıntı yoktur” oldu.
Dünya TV’leri de haber anonslarında başbakanın bu açıklamasına öncelik verdiler.
Oysa termik santrallar, rafineriler yanıyor, sayısız ev ve araç tsunami sularıyla sürükleniyor... Ölü ve yaralılar var.
Ama gene de küresel ilgi odağı “nükleer santrallar...”
Nükleer sızıntı Japonya’nın ötesinde yakın ya da uzak pek çok ülkede halk yığınları için yaşamsal tehlike.
Rüzgârların nükleer bulutları hangi coğrafyaya sürükleyeceği bilinmez.
Nükleer santral projelerini hayata geçirmek üzere olan depremler kuşağındaki Türkiye için Japonya “örneği” önemlidir.
O nedenle oradaki nükleer santralların özellikleri, güvenlik sistemleri bir “laboratuar deneyi” gibi özenle incelenmeli.
Şu iki ders duruyor önümüzde.
1- Çok güvenli bir teknoloji kullanılırsa en şiddetli depremlerde bile nükleer santrallardan sızıntı olmuyor. (Gözlemim şu aşama için geçerlidir.)
2- Nükleer santralda seçilen teknoloji, yer ve güvenlik sistemleri nedenleriyle en ufak bir yanlışlık, yüz binlerin kaybına, sakatlığına, ciddi kanser hastalıklarına yol açabilir.
..........................
Türkiye’nin petrole alternatif enerji kaynaklarını devreye sokmak uygulaması doğrudur.
Rüzgâr ve hidrolik santrallarda “temiz enerji üretimi” elbette gerekli.
Petrol üreten ülkelerin bile alternatif olarak nükleer enerji santralları kurmakta olduğu dikkate alınırsa Türkiye’nin de bu projelere odaklanması -tedirginlik yaratsa bile- şartların dayatmasıdır.
Kaldı ki Karadeniz kıyısındaki komşularımızın ve -yanılmıyorsam- Ermenistan’ın bile nükleer enerji santralları var.
Allah korusun onlardan birinde kaçak ve biraz da rüzgâr, nükleer bulutları üstümüze çökertir.
Yani...
Bu risk zaten var.
Japon ulusuna en iyi dileklerle dua edelim.
ÖYLE BİR GEÇER 50 YIL Kİ...
Bir hanım sanatçıyla söyleşiyorduk. Güneydoğu’daki köyünü anlatıyordu.
Yöre yemeklerinin tarifine imrenmiştim.
“Bunlarla iyi rakı içilir” demiştim.
Cevabı ne oldu dersiniz?
“Bizim oranın köylerinde artık rakı değil, viski içiliyor. Almanya’da çalışanlar tatile geldiklerinde şişe şişe viski getiriyorlar hediye...”
Nereden nereye!..
..........................
Almanya’ya Türk işçi göçünün 50. yılındayız.
Sirkeci tren istasyonundan ellerinde tahta bavulları, peynir ekmek çıkınlarıyla uğurlanmıştı bu ilk kafile.
Daha dün gibi.
Alman işveren temsilcileri tarafından sağlık kontrolleri yapılmış, işe dayanıklılık testlerinden geçer not almışlardı.
Modern “köle” seçimleri mi?
Birkaç yıl sonra memlekete izinli geldiklerinde onları tanımak çok kolaydı. Kasket yerine artık başlarında yeşil renkli kenarı tüylü Alman şapkaları vardı. Ellerinde de transistorlu radyolar. Bavulları, gene tahtaydı. Köylerindeki yakınlarına hediyelerle doluydu. Süpermarketlerden alınmış ucuz giysiler, çocuklara oyuncaklar...
YENİDEN DOĞUŞ
Almanya’da en ağır işleri yapıyorlardı.
Madenlerde, çelik fabrikalarının yüksek hararet fırınlarında çalışıyorlardı. Belediyenin çöpçüleri de onlardı.
Eski, hangar gibi binalarda birlikte kalıyorlardı. Kötü ve çok ucuza besleniyor “inanılmaz tasarruf” yapıyorlardı.
Para biriktirmek, memlekete dönüp toprak, ev, traktör sahibi olmaktı hayalleri.
Tek eğlenceleri tatil günleri, bulundukları kentin istasyon meydanında hemşerilerle buluşmak, sıla duygularını paylaşmaktı.
İlk yıllar çoğu el ele dolaşır, birbirlerinden güç alırdı.
Ya şimdi?
O manzaralar tarih olmuş.
Yüz binlercesi Almanya’da kalarak işyerleri açmış patron olmuş.
Alman pasaportları da olan çifte vatandaş statüsündeler.
Lokantacı, manav, market, terzi, konfeksiyon dükkânı sahibi, seyahat acentesi işletmecisi, doktor, mühendis, mimar, öğretmen, profesör, iletişimci, futbolcu, müzisyen, sinema-tiyatro sanatçısı, milletvekili, gazeteci, yazar, çizer onlar...
Dün bu köşede yazdım... Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın dar kadrolu yemeğinde her biri alanında yıldızlaşmış Almanyalı Türk sanatçılarla beraberdik.
Entelektüel donanımlarıyla gurur duydum.
İkinci, üçüncü kuşak pırıl pırıl...
Dönüşüm müthiş etkileyici.
Ve mutlaka görmek istediğim bir film var.
Almanya’nın ilk 10’u arasında gösterilen Almanya doğumlu Türk yönetmen, göçün 50. yılı bağlamında bir film yapmakta.
Sirkeci’den tahta bavullarla başlayan kasketlilerin göçünü ve 50 yıllık dönüşümü anlatıyor.
Bu konuyu işleyen belgesel, roman, fotoğraf ve resim sergileri, konserlerle bir dizi etkinlik de gündemde...
ADSIZ GURBETÇİ
Türkiye o insanlarımıza çok şey borçlu.
Yakın zamanlara kadar başta Almanya olmak üzere, Avrupa’daki Türk işçilerin gönderdikleri döviz, ekonominin “can suyu” oldu. Dar boğazların aşılmasında katkıları büyüktür.
Açıkgöz ahlaksızlar tarafından hayali işçi şirketleri kurularak, sözde kooperatiflere üye yapılarak dolandırıldılar.
Din sömürüsüyle utanmazca söğüşlendiler...
Ama onlar vatanı kutsal bildiler, sırt çevirmediler.
Keşke 50. yıl bağlamında bir “adsız gurbetçiler heykeli” için bir yarışma düzenlense...
Onları bu yapıtla ölümsüzleştirsek.
Çocuklarımıza cesaret, özgüven, erdem örneği olarak gösterilebilecek.
Tüm gurbetçileri artık hayatta olmayanları da hayırla anıyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum.