TEK bir fotoğraf bir cilt kitaptan fazla sevgi sağlayabilir.
Dikkat şoku yaratabilir.
İşte böyle bir örnek:
Fotoğraf tarihi; “17 Ocak 1984...”
Yer: Sıkıyönetim Mahkemesi, Metris İstanbul.
Fotoğrafın öyküsü “Kışla’da Sol Kırım” kitabından satırlar şöyle:
Tasfiye edilen genç askerler aleyhine en geniş kapsamlı dava, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesi’nde açılan 123 sandıklı THKP/C 3’üncü Yol davasıydı.
Davanın sanıkları tutuklu askerler, Metris Cezaevi’nde devrimcilerle birlikte yattılar, açlık grevine katıldılar.
Cezaevlerine yönelik pasifikasyon politikası çerçevesinde siyasi tutuklu ve hükümlülere “tektip” cezaevi üniforması dağıtılmıştı.
Bu politika çerçevesinde 14 Ocak 1984 tarihinde Metris Cezaevi’ne de baskın yapıldı, tüm giysileri alınan tutsaklar koğuşlarda atlet, külot bırakıldı.
Baskından 3 gün sonra, 17 Ocak 1984 tarihinde, THKP/C Üçüncü Yol davasının ilk duruşması vardı.
Sanıklar işkence edilerek tektip elbise giydirildikten sonra duruşma salonuna götürüldüler.
Saniyeleri hesaba katan bir zamanlama yapmak gerekiyordu. Çünkü, duruşma salonunda zincirler ve kelepçeler çözüldükten sonra, izleyicileri, avukatları, mahkeme heyetini beklemeden tektip üniformayı yırtıp atmak, sesini duyuramamakla sonuçlanacaktı.
Bu durumda tutsaklar, yeniden koğuşlara ve hücrelere götürülecekti. İzleyiciler, avukatlar ve Cumhuriyet gazetesi muhabiri Deniz Teztel’in salona alınmalarından sonra, tam mahkeme heyeti salona girerken tektip üniformalar yırtıldı.
Mahkeme heyeti yerini aldığında yırtma işlemi tamamlanmıştı.
Deniz Teztel o sırada bu fotoğrafı çekmeyi başardı.
Ama fotoğrafa yayın yasağı konuldu.
Yine de tektip elbiseye karşı direniş ilk kez kamuoyuna duyurulmuş oldu. Duruşma yargıcı, duruşmayı açtığını belirtmek üzere tutanağı yazdırmaya hazırlanırken, mahkeme başkanı Albay’ın emriyle tutuklular zorla salondan çıkartıldı. 31 Ocak 1984 tarihinde sanıklar ikinci kez salonda atlet, külotla kalınca, mahkeme heyeti, duruşma inzibatını bozdukları gerekçesiyle yargılamanın sanıkların yokluğunda yapılmasına karar verdi, bir daha da duruşmalara alınmadılar.
....................
Onlar 12 Mart 1971 darbesi sonrasında TSK ile ilişkileri kesilen çok sayıda subaydan sadece bir grup.
12 Eylül sonrasında ise TSK’dan uzaklaştırılan subay, astsubay sayısının 1500’ü bulduğu konuşulmakta.
YÜZLEŞMEK
ONLAR askeri darbelerin sivillerin yanı sıra kışlada da hasarını sorgulamaktalar.
Hedef “iade-i itibar...”
Çünkü “12 Martçılar” diye adlandırılan bu gruptan, mahkemelerin mahkum ettiği subay sayısı 4’ten ibaret...
Ya diğerlerinin durumu?
Onlara işkence yapan ve 10 aya mahkum edilen subayın kışlada kalması ama kendilerinin nizamiye dışına atılmalarına tepkililer.
“Adalet terazisi” düzelirse kimleri de kapsar?
Birkaç isim vereyim.
- CHP’li Eşref Erdem
- Televizyoncu/gazeteci Ali Kırca
- Sendikacı Yücel Top
- Gazeteci Ömer Laçiner
- İşadamı Haluk Ergüven...
12 EYLÜL OLMAZDI
YÜCEL Top’a göre 12 Mart “Kışla’da Sol’kırım” olmasaydı belki 12 Eylül de olmayabilirdi. Özetle görüşü şöyle:
Ordu için hiyerarşi başka isimlerle örülebilirdi.
Nizamiye önüne konulanların çoğu okullarından çok iyi derecelerle mezun olmuş öğrencilerdi. Birinciler, ikinciler vardı aralarında.
TSK için de kayıptır.
Ve bir de kendilerini sorgulama cümlesi Top’tan:
“Tabii bir de bizim kuşağın tecrübesizlikleri, gençlikleri, atılganlıkları, acelecilikleri de bu işte rol oynamış olabilir.”
.....................
Yaşamımın her döneminde darbelere, şiddete karşı oldum.
Ama...
Hukukun herkese lazım olduğuna da tam inançlıyım.
Orduya elbette dönecek değiller.
“İade-i itibar” hakkının peşindeler.