Türkiye’den "full cooperation" (tam işbirliği) istediği zaman, ABD, Güneydoğu’dan geçireceği asker sayısı için kapıyı 150 binden açmıştı.
Türkiye’de tüyler diken diken olmuştu.
ABD bir kez gelmeye görsün... Gitmek bilmezdi ki. 12 yıldır, İncirlik üzerinden Kuzey Irak’ı denetliyordu.
Bu şemsiyenin gölgesinde Barzani ve Talabani kabak çiçeği gibi açılmışlardı.
Silahlanmışlar, yeniden yapılanmışlar. Adı konulmamış devlet haline gelmişlerdi.
150 bin Amerikan askeri, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin tribüne çekilmesi demek olurdu.
Bu sayı hiçbir zaman Kuzey Irak’taki TSK varlığının üstünde olmamalıydı.
ABD, direnmedi... Basamak basamak 30 - 40 bine geriledi.
Aradaki boşluğu TSK mı dolduracaktı?
Hesap bu muydu? Elbette hayır. Türkiye, sıcak çatışmada yer almamakta kesin kararlıydı. Bunu her vesileyle ABD’ye bildiriyordu.
O halde Kuzey cephesindeki sayısal eksik, Barzani ve Talabani kuvvetlerince karşılanmalıydı. Zaten bir yıla yakın süredir sayıları 10 bini bulan ABD özel birlikleri, Kuzey Irak Kürtlerini eğitmekteydi. Kürtler ileri teknolojide silahlandırılmışlardı.
İşte, o zaman, Kuzey Irak Kürtlerine silahların nasıl dağıtılacağı, savaştan sonra nasıl geri alınacağı tartışmaları gündeme geldi.
Kürtler, böyle bir taahhüde girmiyorlardı.
Üstelik artık kendilerini koruyacak durumda oldukları için, TSK’nın Kuzey Irak’ta mevzi tutmasına da karşıydılar. ABD ise "conflict in the conflict," (çatışma içinde çatışma) sakıncasını öne sürerek Kuzey Irak Kürtlerinin görüşlerini paylaşıyorlardı.
Yani Türkiye zaten tribüne itilmişti.
Ama... Tezkerenin TBMM’den geçmesi bu oyunu bozabilirdi. Karşı tarafın servisi kırılır, inisiyatif Türkiye’ye geçerdi.
Çünkü, Türkiye, ABD’ye kuzeyden cephe açmak ve geçit vermekle, sınırın ötesine kendi ağırlığını da koyacaktı.
Ancak tezkere sakata geldi.
Neden? Siyasi iktidar bir bütün halinde değildi. Hükümette bile 11 bakan ile Meclis Başkanı karşıydılar. AKP milletvekillerinın çoğu kafa yapılarıyla hala Erbakan’ın İslam dayanışması çizgisindeydiler.
Daha uyanıkları ise yan gözle Çankaya’yı ve kışlayı gözlüyorlardı. Oradan işaret bulamayınca çözüldüler. Devlet kurumlarının da tam destek verdikleri söylenemez. Bizim muhalefet de İngiltere muhalefeti değil ki!
Bütün o zor koşullarda, üstelik, Başbakanlığı bırakmak üzere olmanın kan kaybı içinde Abdullah Gül’ün tezkereyi - karşı olan 11 bakan dahil - hükümette imzalatması, TBMM’ye getirmesi ve arkasında durması kişilik sınavıydı.
3 oy daha...
Başbakanlığı sürecekti. Türkiye’nin de yazgısı bugünkünden çok farklı bir sürece girmiş bulunurdu.
Zaten o günlerde, R. T. Erdoğan da "Başbakanlık için acelesi olmadığını, bekleyeceğini" söylemiş değil miydi?
3 oy eksik çıktı, hükümetin çekilmesi ve seçimleri kazanmış bulunan Erdoğan’ın milletvekili sıralarında beklemek yerine, hemen başbakan olması zorunluğu oluştu...
Çünkü... İkinci tezkereyle de Türkiye’nin servis kırma şansı vardı. Bunu yeni başbakanla yapmak, tezkerenin yeniden TBMM’ye gönderilmesi ve kabulü için bir gerekçe oluşturabilirdi.
Beklenen buydu.
Ama... Ne yazık ki... "ya tezkere gene geçmezse, bu kez Erdoğan da çizilirse" kaygıları ağır bastı. Batı basınında "Türkiye’nin ne yaptığı anlaşılmıyor" satırlarıyla sorgulanan yalpalamalar oldu.
Sonunda ABD, o hani yok sanılan Türkiye’siz "B" planını ansızın devreye soktu.
"Hibe, kredi vs... Bunların öneri vadesi dolmuştu. Artık söz konusu değildi. Türkiye de, diğer NATO ülkeleri gibi bir karşılık beklemeksizin hava sahasını ABD uçuşlarına açmalıydı. Kuzey Irak’a asker göndermese daha iyi olurdu. NOKTA."
Elimizde sadece sözler kaldı.
"Irak’ın sınır bütünlüğü korunacak. Bütün şehirler Irak devletinin olacak. Petrol ve su gibi tüm kaynaklar Irak ulusuna ait kalacak. Türkmenler de yeni Irak devletinin kurucu asli unsurları olacak.
....
Hani, o 3 oy var ya...