PARİS “ışık” şehridir. “Aşk” şehridir... O kadar güzeldir ki, Fransızlar II. Dünya Savaşı’nda top mermileri ve uçak bombardı-manlarıyla -harap olmasın diye- Paris’i tek kurşun atmadan Almanya’ya teslim etmişlerdir.
Meydanlarının, köprülerinin, bulvarlarının, caddelerinin insan dekoru, öpüşen çiftlerdir.
Fransa “genç diplomat adayı” bulmakta zorluk çeker.
Gençler “dünyanın en güzel kenti Paris’te yaşamaktan daha mutlu olabileceğimiz hangi coğrafya olabilir ki” diyerek, Fransa’nın dışında geçecek diplomatik yaşamı istemezler.
Paris, Fransa’nın kalbidir ama dünya entelektüelleri için de kesişme noktasıdır.
Yüzyıllardır yazarların, çizerlerin, müzik insanlarının, mimarların, filozofların, sinemacıların harmanlandığı şehirdir.
Hemingway bir romanının satırlarını Paris’in en ünlü ve eski kahvelerinden “cafe deux magots”da yazmaya başlamıştı.
Bizden örnek vereyim, Milliyet’te komşum Hasan Cemal de öyle.
Bazı restoranların masalarında ünlü sanatçıların isimleri yazılı her sabah ovalanarak pırıl pırıl parlatılan prinç plaketler vardır.
Örneğin...
“Closerie des lilas”ın pencere kenarındaki bir masasında Mehmet Akif’in adı yazılı olan plaket...
Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği yüzyıllar önce dönemin Avrupa’yı parmağında oynatan ünlü dışişleri bakanı Talleyrand’ın sevgilisi Prenses Lamballe’ye aldığı köşktü.
Avrupa meselelerinden bunaldığı günlerin gecelerinde Talleyrand, metresi Prenses Lambelle’nin kollarında, onun parfümüyle rahatlarmış.
Bunlar gibi her ülkeden yüzlerce, binlerce “hazine anı” Paris sokaklarında saklıdır.
Böylesine bir güzellikle son “3 infazın” bir arada olması Fransız’ın içine sindirebileceği şey değil.