Başlıktaki “Quo vadis” muhteşem bir filmle ün kazandı.
Yönetmen Mervyn LeRoy’un bu filminde başrolleri Robert Taylor, Deborah Kerr, Peter Ustinov oynuyordu.
İncil’de de geçen bu Latince sözcük “nereye gidiyorsun” anlamındadır.
Siyaset diline endişeli bilinmezlik hallerinde kullanılıyor.
18 Nisan Türkiye’si ile “Quo vadis” sözcüğü örtüşüyor mu?
Bu sorunun cevabını arayalım:
15 HAZİRAN KAVŞAĞI
Fırat Haber Ajansı’nda yayımlanan İmralı’dan mesaj gazetelerde, TV haberlerinde, internet sitelerinde yer aldı.
Bu “meydan okuma” hezeyanı sinir uçlarını hedef alıyor.
“15 Haziran’a kadar bekleyecek, sonra 1 saat bile beklemeyecekmiş.
Her Kürdün 1 saat bile beklemeye tahammülü kalmazmış.
Pratik adımlar hızla devreye girmeliymiş(!)”
Bitmedi...
Bir de kavşak çiziyor:
“Ya anlaşma olur ya topyekün savaş. Kıyamet koparmış.”
“Tehdit değil, uyarıyorum” parantezi açıyor ve sonra “sadece dağlarda ve kırsalda değil şehirlerde de olabilecek şeyler” diye işaret veriyor.
“Böyle bir durumda beni burada ölmüş bilsinler” gibi bir “karartmayla” tahriki tırmandırıyor.
.......................
“Hükümet 3 ay bile dayanamazmış.”
İMRALI, OLİMPOS DEĞİL
İmralı’yı “mitolojideki Olimpos dağı”, kendini de “mahpus” değil “Zeus” sanandan bu “kerametler (!)” kendisine göre “tehdit” değil “uyarı” imiş.
Ceza ve tevkif evlerini düzenleyen pozitif hukuk kuralları açısından belirtmekte fayda var.
Demokraside ve hukuk devletinde elbette özgür bireylerin yanı sıra mahkûmların da çağdaş hakları olması gereğine inanıyorum ama fiilen gerçekleşmesi bir yana söylemi bile rahatsızlık verecek böyle mesajlar nasıl İmralı’dan dışarıya ulaşabiliyor?
Dünyanın hiçbir ülkesinde İmralı örneği yok.
Fakat...
Gene de İmralı’nın ötesinde, son haftalarda yaşanan ve gerilimi yükselten “resmi” görmezlikten gelemeyiz.
Seçimlere odaklanan Türkiye’de at gözlüklerinin görüş alanı dışında kalanları “yok” farz etmek ileride “pişmanlıklara” neden olabilir.
Türkiye “belaltı kasetlerine”, Bahçeli’nin “püskevit” telaffuzuna, Kılıçdaroğlu’nun SSK’daki akrabalarına ve bunun gibi incir çekirdeğini doldurmaz seçim polemiklerine kendini kaptırmış.
Oysa “tatsız bir şeyler pişirildiğinin” kokuları gelmekte.
BDP milletvekili Aysel Tuğluk’un Diyarbakır’dan “kötü şeyler olabilir” diye seslenmesini hatırlayalım.
Ya... “Demokratik özerklik anlaşmayla sağlanamazsa bunun fiili durumla gerçekleşeceği” anlamındaki mesaj!
PKK ve onun uzantılarının eylemleri, 12 Haziran sonrası için buram buram tehdit kokan ifadeler, neyin ayak sesleri?
Dümeni kilitlenmiş geminin 15 Haziran kayalıklarına sürüklenmesi gibi bir durum mu?
İÇ KABİNE’NİN NABZI
İktidarın “iç kabine” denebilecek isimleriyle konuşarak nabız tuttum.
12 Haziran’dan sonra da iktidar olacağı kesin bir siyasi partinin dorukları bütün bu olanlara karşı hazırlıksız ve bigâne kalabilir mi sorusuna cevap aradım.
İzlenimlerime göre “Türkiye, dümeni kilitlenmiş gemi gibi 12 Haziran sonrasının kayalıklarına sürükleniyor değil.”
Ciddi ve çok yönlü çalışmalar yapılmakta.
21. yüzyılda 70 yıllık demokrasi deneyimi olan Türkiye’ye “Arap ilkbaharı” yaşatmak kalkışımları bir yere varmaz.
Hele halk iradesinin yansıyacağı seçim sandıkları kurulmuşken, demokrasi kanallarını tıkamayı hedefleyenlerin “zamanlama yanlışlığı” açık.
Görünen o ki dumanlı havaları seven kurtlar suları bulandırmak hem de “kanla” bulandırmak vicdansızlığıyla ortalığı karıştırmak, patlamalar yapmak için devredeler.
Ama...
Bir Tunus, Libya, Yemen, Suriye yapmak tabiatı, yapısı, rejimi çok farklı olan Türkiye için tutmayacak mayadır.
Yeni acılar çektirmek, genç canlara kıymak mümkün fakat çıkmaz sokaktır.
Türkiye bunu demokrasiyle, reformlarla aşar.
Marjinallerin dışında Türkiye insanı, Türküyle ve Kürdüyle kanın durmasını, çözümün dağlarda değil, demokraside olmasını istiyor.
Sabır, sağduyu, bilinç, sevgi ve saygıyla 12 Haziran’a uzanan şu duyarlı süreci geçmek, seçimden sonra ise “eşitlikçi” yeni bir “toplumsal sözleşme” belgesi olacak yeni Anayasa takvimini başlatmalıyız.
ÇELİŞKİ ANALİZİ
Yukarıdaki “analize” karşın “kaynama noktasına” henüz gelinmediğinin de bazı işaretleri var.
Öcalan kafasında yeni bir “demokratik sol” teori geliştirmiş.
Buna “demokratik ulus bloğu” adını vermiş.
Çevreciler, feministler (kadın kuruluşları) başta olmak üzere DTK’ları da kapsayacak bir oluşumu tanımlıyor.
Böyle bir çabaya, şiddete başvurmayan, demokratik bir yaklaşımsa -ihtiyatlı kalmakla beraber- karşı pencerelerden bakılmayabilir.
Öte yandan...
Hem “15 Haziran’dan sonra 1 saat bile beklenmeyecek. Ya büyük anlaşma ya büyük savaş” diyeceksin, hem “demokratik ulus bloku” gibi bir projeyi anlatacaksın...
Anlaşılması zor bir çelişki.
Kürt sorununun demokratik yöntemlerle ve demokratik zeminde çözülmesi gereğine inanmış sağduyu sahibi herkes elbette çelişkili seçeneklerden ikincisine yakın durabilir. Tabii ön koşul ülkenin ve milletin bütünlüğünü korumak ve sürdürmek çerçevesinde kalınmasıdır.
Sonuç...
30 bin insanımızı yitirdik.
Artık hâlâ kanlı seçenekleri düşünmek bile istenmiyor...