Bizim mesleğin mayası “stres”tir. Zamana karşı sürekli yarışırız.
Günlük yazı, pazar kahvesi köşesi, TV programı, üniversitede ders ve bunların yanı sıra sosyal sorumluluklar, kaçırılmaması gereken film, tiyatro oyunu, kitaplar...
Bir de İstanbul’un çıldırtan trafiği...
Günün 24 değil, 48 saat olması gerekir.
Doktor masasının karşısına her geçişimde söz “Artık stressiz yaşamalısınız” diye noktalanır.
Kolesterolün, lipidin, tansiyonun, fazla yemenin, karaciğer değerlerinde bozulmanın temel nedeni; “stres...”
Ben de doktora “Stressiz hayat beni strese sokuyor” cevabını veririm.
Gerçekten kaç kez denedim, yaşam trafiğinde hız kestim, araya boşluklar koymaya çalıştım.
Boş zamanlar yaratmayı denedim.
Sonunda baktım, o bitkisel hayat bana göre değil.
Çünkü... Daha fazla strese giriyorum.
Türkiye gerçeği
Türkiye’ye de bir avuç mavi gökyüzü, siyasal, sosyal göstergelerin mevsim normallerinde sürdüğü sakin süreçler yaramıyor mu ne, “stres” yapıyor.
Ne yapıp ediyor, bu toplum, “stres” üretiyor.
Sözgelişi... TV haberlerine bakınız...
Olay yerinden görüntüler eşliğinde izlenimleri sunan -çoğu- muhabir arkadaşlar mutlaka bağırarak konuşurlar.
Sanki arada mikrofon ve elektronik iletişim hatları yokmuş da seslerini bağırarak duyuracaklarmış gibi...
Çocuklar müsamere kürsülerinde bağırarak şiir okurlar.
Futbolcular hakeme bağırırlar.
Liderler için bağırmak; “öfkenin belagati”dir.
Churchill, “Ne kadar yüksek sesle konuşursanız, inandırıcılığınızın o kadar artacağını mı sanıyorsunuz?” söylemiyle, tartıştığı hatipleri inceden tiye almıştı.
Bunlar aslında perakende olarak “Abartılmaması gerekir” diye görülse bile, toplum psikolojisinde “stresin” altyapısını oluşturuyor.
Sonunda tüm sosyal ve siyasal yaşamı karartan “stres yangınları” çıkarırız.
Toplumsal paranoya sendromunu veren kâbuslar görmeye başlarız.
O kâbusları gerçeğe dönüştürürüz.
En yalın sorunları bile sonunda içinden çıkılmaz hale getiririz.
Çözdükçe karışan yumaklar oluştururuz.
Sonra da bu her şeyin şirazesinden çıkmakta olduğu süreçte “sağduyu” çağrıları yaparak “Artık stresten uzak, sakin bir Türkiye” temenni ederiz.
Oysa... Türkiye öyle bir psikolojiye kilitlenmiştir ki, “Stressiz yaşam, stres yapacaktır.”
Bireylerde bu durumun son halkası doğa kurallarının “acı reçeteyi” dayatmasıdır.
Toplum için de illa “siyasetin doğasındaki dayatmalara” kadar ısrarlı olmak niye?
İLHAN SELÇUK’UN KALBİ
Amerikan Hastanesi’nin önü kalabalıktı. TV kameraları, foto muhabirleri, olayı izleyen diğer gazeteci arkadaşlar, Cumhuriyet okurları...
Bir de defter açılmış.
Oraya gelenler duygularını yazıyorlar.
İçeride Cumhuriyet yöneticileri, çalışanları...
İlhan Selçuk’un kız kardeşine “acil şifa” dileğimi söyledim.
Kimsede karamsarlık yoktu.
“Ameliyatın başarıyla sonuçlanacağı, İlhan Selçuk’un kısa sürede iyileşerek yazılarına başlayacağı” inancı yaygındı.
Hepimizin dileği bu.
Acaba... İlhan Selçuk, sabahın 4’ünde evi basılarak ifadeye götürülmeseydi, uzun süre gözaltında tutulmasaydı, bu açık kalp ameliyatı gene de zorunlu olacak mıydı?
Bilemem ama iki olay arasında adeta “örtüşen” bu “zamanlama” kuşku verici.
83 yaşındaki bir yorgun yüreğe, yaşadıkları herhalde “ilaç” değildi.
İTALYAN GELİNE KIYMAK
Bu ne iştir? Papa’ya tetik çeken suikastçı Türk M. Ali Ağca dünyanın “Çakal” diye anılan teröristi Carlos’tan da daha ünlü...
İki rahip üst üste bu topraklarda öldürüldü.
Bir rahip bıçaklandı.
Bir rahip kaçırıldı.
Dünyanın hiçbir ülkesinde buram buram “din düşmanlığı” kokan böyle barbarlıklar yok.
Neden sadece Türkiye’de?
Üstelik Türkiye laik bir ülke.
Kimse “İşte laiklik” demeye kalkışmasın.
Tam tersine, asıl neden, laikliğin içini boşaltma, sadece kabuk haline getirme çabalarıdır.
.................
Not: Pazar günkü yazımda “Fransızca erkek=Homeo” diye yayımlandı. Nedeni uzun bir anlatımı gerektiriyor, onun yerine doğrusu “homme”dur diye düzeltmekle yetineyim.