Şükür ki “Gezi krizi” demokratik açılım sürecinde, dağdaki PKK’lıların ateşkes yapmasından ve bir kısmının sınır ötesine çıkmasından sonra patladı.
Ya Güneydoğu’dan her gün şehit cenazelerinin geldiği, kentlerin yüksek tansiyon odaklarına dönüştüğü, oluk oluk kan aktığı günlerle örtüşseydi!..
Korkarım Türkiye yönetilebilir olmaktan çıkardı.
Ve çok şükür ki ekonomi hala güçlü.
Küresel kriz yaşanırken Türkiye, ekonomisi ayakta kalan birkaç ülke arasında.
14 gündür süren ve Türkiye’ye yayılan “Gezi eylemleri” hiç değilse şimdilik ekonomide derin yaralar açmış değil.
Fakat...
Turizm rezervasyonlarında iptaller ciddi işarettir.
Bunu ihracatta duraklamanın izlemesi kaygıları var.
Hiçbir ülke, kaos ve siyasi kriz yaşayan bir coğrafyadan ithalat yapmak riskini göze almaz.
Bir adım ilerisi üreten ekonomide duraklama ve büzülme olur.
Sıcak paranın çekilmesi, borsadan yabancının çıkması, döviz kurlarının yükselmesi bu uğursuz zincirin halkalarıdır.
Evet...
Şükür ki faizin birkaç çıt yukarı çıkması ve döviz kurlarında küçük bir yükselişte kalan ekonomi “hastalık” işaretleri vermiyor.
KRİZİ YÖNETMEK
ANCAK...
“Şükür ki” diyemeyeceğimiz “olumsuzluklara evrilme” ihtimali az değil.
Hatta...
Büyümekte.
“Kriz yönetimi”nde ince ayarlı ustalık gösterilemezse yakın gelecek kararabilir.
Burada “iktidar” baş aktördür.
Ancak...
Başta muhalefet olmak üzere, medya, kanaat önderleri, STK’lar, rol model konumundaki işadamları ve sanatçılar da normalleşmeye katkıda bulunmalılar.
.................
Gezi eylemlerine hepimiz sempatiyle baktık.
Zeka ışıltılarını, mizahını, paylaşımcılığını, eşitçiliğini, agresif olmayan protest duruşunu, başı açık ya da örtülü olanın birlikteliğini, yoga ile ibadetin birlikte harmanlanışını sevdik.
Yeşile tutkuları hoşumuza gitti.
Fakat...
Onların ve diğer illerdeki ruh ikizlerinin çizdiği tertemiz gökkuşağı renkleri altında “kirlenme birikimleri” büyüyor.
Vandalca saldırılar, yakıp yıkmalar, Gezi’dekilerle apayrı dilleri konuşanların posterleri, bayrakları, flamaları ve duvar yazıları, sokaklarda, caddelerde barikatları, marjinal grupların farklı amaçlarda “kurtarılmış bölge” oluşturma çabaları...
Bunlar kaygı veriyor.
Demokratik protesto hakkının ve özgürlüğünün çok ötesine evrilen böyle görüntüler “hukuk devleti” kavramının gerektirdiği “görev” ve “sorumluluk” konusudur.
Burada çok önemli olan şey “devletin üslubudur.”
Diliyle ve güvenlik güçlerinin tavrıyla gerilim psikolojisini alevlendirmekten kaçınmak “hukuk devleti” gereğini “hukuk içinde kalarak” yapmak önemlidir.
Başta Başbakan olmak üzere devletin doruğundakiler de kucaklayıcı söylemlerle kitle psikolojisini algıladıklarını göstermeliler.
“Tehdit” de olmamalı, “tahrik” de...
O nedenle...
Bu yazıda Başbakan Erdoğan ne dedi, CHP Genel Başkanı neler söyledi tartışmasına girmiyorum.
Elbette eleştirilerim de, olumlu bulduklarım da var.
Ancak... Türkiye’nin yararı “kavga” değil.
“Kavga” istemiyorum ki ikisinin birbirlerine attıkları yumrukları sayayım.
SEÇİMLER TÜRKİYE’Sİ
BU sürecin en netameli özelliği “Türkiye’nin seçimler dizisi sath-ı mailine girmiş olmasıdır.”
7 ay sonra yerel seçimler...
Ardından Cumhurbaşkanı seçimi...
Ve sonrasında genel seçimler.
Belki...
Araya bir de “Anayasa referandumu” girer.
Böylesine sandıklar zinciri her yer güllük gülistanlık olsaydı bile Türkiye’yi gene gererdi.
Hele bir de şu iki haftadır yaşananları düşünün.
Tansiyonun düşeceğinden -ne yazık ki- çok umutlu değilim.
Ve...
Türkiye’nin bir de “eşref saati” vardır.
Her cumhurbaşkanı seçimi yüksek gerilim hatları altında yapılır.
Gene öyle.
Sanıyorum iktidar karargahında da bu görüş var.
Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan dün Star’daki köşesinde şöyle yazmış:
“Biz ne 27 Nisan’daki gibi ‘Gül aday olursa darbe olur’ diyenlere pabuç bıraktık, ne de bugün ‘Erdoğan aday olmayacağını açıklasın’ dayatması yapanlara sessiz kalırız.”
......................
Sonuç...
Türkiye üzerinde toplanmaya başlayan kara bulutları sadece sağduyu nefesi dağıtabilir.