Suriye’den kaçarak Türkiye’ye sığınanlar suları acı bir nehir gibi akıyor.
Suriye’de Beşar Esad’ın demir yumruk yönetimi insanlık suçları işlemekte.
Yüz kızartıcı, üzücü bu sürecin bir an önce noktalanmasını diliyorum.
Ama...
Olayın bir başka boyutuna da işaret etmekte fayda var.
Şöyle ki:
12 Haziran seçimlerine giderken Suriye manzaraları Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasındaki “çağdaş” konumunu daha da koyu ve derin çizgilerle gözlere sergiliyor.
64 yıllık demokrasi Türkiye’ye diğer bölge ülkelerine fark attırıyor.
AB’nin ölçütlerinde Türkiye’deki demokrasi “eksik ama evet” yorumuyla geridedir.
Buna karşılık demokrasinin “d”si bile olmayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslam ülkelerine turlar bindirerek önde.
Cumhuriyeti kurarak ve devrimlerini hayata geçirerek Atatürk bu büyük farkın mimarıdır.
Ne despot, ne şeyh, ne kral, ne mollalar diktası...
Türkiye insanı -genelde- hür iradesiyle kendini yönetecek olanları seçiyor.
Topraklarının sahibi.
Sularını zehirleyen, bedenlerini kurşunlayan meşruiyeti kendinden menkul elleri kanlı zorba yönetimlerden canını kurtarmak için bir başka ülkeye sığınmak zorunda değil.
EN BÜYÜK KATILIM
Ayrıca...
Yarın gideceğimiz sandıklardan uzun yıllar sonra millet iradesinin en geniş temsilini oluşturacak bir Meclis yapısı çıkacak.
Gerçekten...
Bu defa “tabela partileri” dışında gerçekten kökleri olan siyasi partiler Meclis’te temsil edilecekler.
AK Parti, CHP, MHP ve bağımsız seçilecek milletvekilleriyle BDP seçmenin yüzde 90’ının üzerinde oylarını alacaklar.
Oysa...
Daha önce Anavatan, MHP, DYP hatta bir dönem CHP barajı aşamamış, Meclis’e milletvekili gönderememişti.
Gerçi bu kez de DSP’nin barajı aşma şansı sıfır ama o da Ecevit’ten sonra zaten -bu partinin yöneticilerini ve hâlâ varsa seçmenlerini incitmek istemem ama- “tabela partisi” olmuştu.
Ecevit’in kişiliğiyle var olan köklerden yoksun bir partiydi bu.
Bütün bunlar “12 Haziran 2011 seçimleri için, siyasi partilerin Meclis’te en yüksek oranda temsil edileceği” söylemi gerçekçidir.
Oluşacak Meclis’in yapacağı sivil Anayasa bu özelliğiyle daha sağlam ve geniş bir zemin üzerinde inşa edilecektir.
Anayasa bir “ulusal sözleşme” değil mi?
“Ulusal sözleşme” ulusun neredeyse tamamının desteğine sahip olmalıdır.
HANİ “SIFIR TOLERANS?”
Hopa’da polisin, bir yurttaşımızın ölümüne neden oluşunu protesto eden gencin ağlayışını ürpererek izledim TV ekranlarında.
Temiz yüzlü, takım elbiseli, kravatlı düzgün bir genç...
Ankara’da kızlı erkekli bir grup genç arasındaymış.
Polis hepsini toplamış, pencereleri filmle kaplı, içerisi görünmeyen çevik kuvvet otobüsüne bindirmiş.
Otobüste ve sonrasında başına gelenlerin bir kısmını anlattı.
Gerisini getiremedi, hıçkırarak, sarsılarak ağlamaya başladı.
Dövülmüşler, aşağılanmışlar, en ağır küfürlerle hakarete maruz bırakılmışlar.
“Başıma gelenleri anneme bile anlatamadım” diyordu.
Birlikte toplandığı gösteri grubundaki kız arkadaşlarının başına gelenler de utanç verici.
Bir kızın yüzüne “kaskla” kafa atmak ne demek?
“Cinsel tacizden” bile söz ediyorlar.
Olacak şey mi?
Hem de başkent Ankara’da!
Türkiye’de bir süredir, işkenceye, dayağa, küfüre, kötü muameleye “sıfır tolerans” ilkesi uygulanıyordu.
Tek tük istisna dışında böyle olayların yaşanmadığı AB notlarına “olumlu gözlemler” olarak yansıyordu.
Birden rüzgârın yönü değişti.
Demokratik hakların kullanıldığı gösterilere bile bu kez “sıfır hoşgörü” tavrına geçilmekte olduğunun işaretleri alınıyor.
AB eşiğindeki 21’inci yüzyıl Türkiye’sine böyle “Suriye formatı” polis şiddeti görüntüleri hiç yakışmıyor.
Ve...
Birkaç not:
1 Bu bir grup çevik kuvvet polisinin ve Hopa’da bir vatandaşımızın ölümüne neden olan polislerin yanlışı, özveriyle görev yapan polisimizin tümü üzerine gölge düşüremez.
2Hopa’da Başbakan Erdoğan’ın bulunduğu aracın taşlanmasını, bir koruma polisinin yaşamını o taşlarla yitirişini kınıyorum.
Demokratik tepki gösterileri, şiddete dönüştüğünde meşruiyetini yitirir.