Başbakan R.T. Erdoğan “BDP destekli bağımsız adayların” durumları için “sessiz kalarak” şaşırttı.
“Sessizlik” de bir “ifade”dir.
Erdoğan konuşsaydı sorunu daha da karıştırmış olacaktı.
Her şey bir yana... Yani kararlarına itiraz için yasal olarak üst merci olmayan YSK’nın fiili amiri gibi görünecekti.
Vetolar ve sonrasında yaşananlarla zaten yıpranan YSK’nın yeniden değerlendirmesi bu “amir” gölgesi altına girecekti.
Çözümü, meselenin kaynağında çözüme bırakmak doğru olanıydı.
Belki BDP Başkanı Demirtaş’ın, bu konuda -gerekçe üzüntü verici bir can kaybı olsa bile- aynı nedenle isabetlidir.
Bağımsız olması gereken yargının ev ödevinde düzeltmeleri gene kendisinin yapması doğru seçenekti.
Öte yandan...
Yargı kaynaklı sorun da çözümün yargıya bırakılması, AK Parti ve CHP’de “aklın ve hukukun yolu” olarak benimsenmiştir ama aynı şey BDP için rahatlıkla söylenemez.
Vetolara itirazlar yapılmadan ve sonucu beklenmeden BDP doruklarından “sivil itaatsizlik” çağrıları ortalığı karıştırmıştır.
Özellikle Güneydoğu’dan görüntüler endişe vericidir.
Yakılan resmi binalar, belediyelerin iş makineleriyle kurulan barikatlar, can kayıpları, yaralanmalar, taşlar, molotof kokteylleri, havai fişeklerle saldırılar...
Bütün bunlar şiddeti, hukukun meşru alternatifi haline getirmez.
Ayrıca...
“Devlet kurumları ne karar verirlerse versinler biz istediğimizi eylemlerle söke söke alırız” tohumları atılmıştır.
Görünüşte, meydanlara, caddelere ve sokaklara...
Ama aslında zihinlere...
Daha tehlikeli olan da budur.
Son vetoları ben de doğru bulmadım fakat doğru bulunmayan her şey için meydanlarda sokaklarda çatışmalara akmak kötü bir alışkanlıktır.
Devlet adamlığı böyle şiddet ekseninde çözüm dayatmaları için en sağduyulu önlemin “meseleleri mesele haline gelmeden çözmek” yetisinde test edilir.
BİZ BU B..K’U NEDEN YEDİK
Çiftlik sahibi ağa yeni bir yaylı araba yaptırmış.
Gıcır gıcır...
Koştuğu çift at da müthiş...
Binmiş arabaya, kasabaya gidiyor.
Bir ara dizginler ellerinde arabayı süren kahyasına dönmüş ve bakın neler yaşanmış:
“Sevdin mi arabayı? Senin olsun ister miydin?”
“Kim istemez! Tabii isterim ağam. Ama nerde bizde o para?”
“Kolay... Atlar ilk s........tıklarında, arabayı durdur, in aşağı, b....klarını ye. Arabayı sana vereyim.”
“Tamam ağam yerim.”
...................
Gerçekten de dediğini yapar.
Yola devam ederler.
Ağa düşünmekte ve kendine kızmaktadır:
“Ne gerek vardı buna. Bir avuç b...k yedirdim ama pırıl pırıl yeni arabamdan ve atlarımdan oldum.”
Kahya da kendine kızgındır.
Düşünür:
“Bu herifin oyununa geldim. Bana resmen b...k yedirdi. Ben arabayı kullanırken o da herkese bu b...k yeme olayını anlatacak. Rezil olacağım.”
Kahya, ağasına sorar:
“Ağam böyle lüks araba benim neyime! Bu araba, bu atlar sana yakışır. Geri almak ister misin?”
Ağanın cevabı:
“İsterim ama nasıl alırım ki, sana verdiğim sözü tuttum, şimdi sözümden geri dönemem” olur.
Kahya üsteler:
“Sözünden dönmeyeceksin ağam. Nasıl verdiysen, arabayı öyle geri alırsın. Atlar s....çtığında iner b......klarını yersin, arabayı geri veririm.”
Ağanın zoruna gider ama kabul eder. Araba böylece sahibine geri gelmiş olur.
...................
Bu arada kasabaya yaklaşırlar.
İkisinin de kafalarında aynı soru:
“Araba gene sahibinde, atlar gene sahibinin. Arabayı süren Kahya. Yola çıkıştaki durum da zaten buydu. Peki hiçbir şey değişmeyecekti de biz bu b...kları neden yedik?”
.................
Not: Bu öykünün hiçbir “somut” olayla ilişkisi yok.
Ancak dünya ve Türkiye siyasetinde -bütün zamanlarda- izahı olmayan saçmalıklara, bir de bu gözle bakmak gerektiğini anlatmak istedim.