Aşk-ı Memnu’nun Nihal’i Hazal Kaya, gösteri sanatına 1 buçuk yaşında başlamış. Rolü neymiş?
Gülerek anlatıyor:
“Pamuk prenses ve yedi cücelerden biri...”
Sonraları 4 buçuk yaşında keman ve bale dersleri başlamış.
Ardından bir ajansa kayıt olarak oyunculuğa başlıyor; reklamlar, diziler, Bilgi Üniversitesi’nde Sahne Sanatları öğrenciliği...
Amerika’da oyunculuk çalışmalarına da katılmış, ilginç de bir anısı var:
“Yaşı küçük diye diskoya girmesini engellemişler.”
Hazal: “Madonna’yla boyum aynı...”
Sorun “boy, pos” değil.
Madonna ve Elizabeth Taylor da Hazal Kaya’yla aynı boyda.
Disko engellemesinin nedeni “baby face (bebek yüzlü)” oluşu, masum bakışları.
Onun “kişisel markası” gözlerinin güzelliği.
ŞEFFAF ODA’nın izleyicileri Hazal’a gözlerinizi sigortalattınız mı diye sordular.
Çekim mekânının önünde Savarona yatı vardı.
Atatürk’ün yatı bağlamında bir soru:
“Atatürk filminde oynama şansın olsa tercihin Latife mi olurdu Fikriye mi?”
Tereddütsüz “Latife” diyor.
Latife’nin kültür donanımı bu tercihinin başlıca nedeni.
“Ya Aşk-ı Memnu bir kez daha çevrilse, rol dağılımı yeniden dağıtılsa Bihter’i oynamak ister mi?”
Bu soruya da anında hayır diyor.
“Nihal’den şaşmam” diye ekliyor.
KIZLARA MÜZİK KAPANI
Gençlerin gözde grubu GRİPİN’de “motivasyon” aynı.
Kendi deyimleriyle “kız tavlamak için enstrüman çalmaya başlamışlar...”
Ama...
Müziğin büyüsü onları yıldızları nota olan evrene çekmiş.
Birol Namoğlu Mühendis...
Galatasaray Üniversitesi’nde “işletme yüksek lisansını tamamlamış.”
Piyanoda Arda İnceoğlu altyapıda uzmanlaşmış.
Gitarist Murat Başdoğan, iç mimar...
Davulcu İlker Baliç ise iktisatçı.
ŞEFFAF ODA‘da GRİPİN müzikleri var.
Ama bir de alaturka sürprizi...
DANS KÜLTÜRÜ
ACUN Ilıcalı imza attığı her programı başarıya taşır. Onunla aynı grupta Amerika’ya gitmiştik.
Jack Daniels viskisinin üretildiği kasabada birkaç gün birlikte geçirdik.
O zamanlar sadece “Acun Firarda” programını yapıyordu.
Son derece nazik, zeki, içten, ışığı güçlü bir genç adam tanıdım o gece.
Bir hafta on gün süren gezimizde bol bol konuştuk.
İnsanlar yolculukta içki masasında belli olurmuş.
Acun içmez ama yolculukta keyifliydi.
Dönüşümüzden sonra “tutmayın artık onu” grafiğini çizdi.
Kendi yapım şirketini kurdu, programları birbirini izledi.
Ama...
Bütün bunları “sosyal sorumluluk projele-riyle” taçlandırması dikkat çekiciydi.
İki ay kadar önce telefonda “Güneri abi bir rüyam var” diye girdi söze...
“Yok Böyle Dans” projesini anlattı.
Müthiş heyecanlıydı...
“Hedefinin, buradan sağlanacak gelirle 0-6 yaş grubu işitme engelli çocuklara ilköğretim öncesi eğitim verecek bir okul kuracağını” söyledi.
Bu alanda uzman doktor olan ağabeysiyle böyle bir okulu daha önce de kurmuşlardı.
Bu ikincisi...
Duygulanmıştım...
Ve “senin de bu proje için dans etmeni istiyorum. Kabul eder misin?” diye sordu.
Başka hiçbir şey konuşmadık.
“Sen varsan, ben de varım” cevabını verdim.
İşte benim dans gösterisine kalkışımım böyle başladı.
Zaten daha ilk turlarda eleneceğim kanısın-daydım.
Çorbada tuzum olsun istedim.
Yoğun çalışma ajandam nedeniyle, dans öğretilerine ve provalarına yeterince vakit ayıramadım.
Bu saatten sonra benden dansçı performansı çıkmaz.
Dostlarım ve program izleyicilerinin çoğunluğu da anlaşılan bu gözle izlemişler.
Ayrıca bu bir dans değil, koreografi...
Partnerim olan Roswitha Wieland koreografiyi hazırlıyor ve beni de çalıştırıyor.
Ne kadar prova o kadar iyi sonuç.
Bernal Show dans eden çiftleri izlerken “peki ama neden ayakta” diye sormuş.
Yani cinsel mercekten bakmış.
Fakat o tarihler çok gerilerde kaldı.
“Yok Böyle Dans” bağlamında laf dokundurmaların 2010 yılında hâlâ “cinsel mercekle bakarak” yapılmasına ne denilebilir?
Cevabı, psikanalizin atası Freud’da.
2010 Türkiyesi’nde bir il merkezimizde “dans öğrenim stüdyosu açılmak” istenmiş ama bağnaz tepkiler nedeniyle engellenmiştir.
2010 Türkiyesi’nde “karşıt cinslerin birbirlerine sarılmaları ile yapılan dansa toplumun hazır olamadığı, bunun kabul edilemeyeceği” söylenebilmiştir.
Atatürk Çankaya Köşkü’nde, İnönü’nün Pembe Köşkü’nde, Ankara Palas Salonları’nda, Dolma Bahçe Sarayı’nda balolar düzenletmiş, kendisi dans etmiş, salondakileri de dansa teşvik etmiştir.
Nedeni, topluma dans kültürünü yaymaktı.
Kadın ve erkeğin bir arada ve müzik eşliğinde dans ederek bağnazlığı kırabilmekti.
Dünyanın en iyi dansçısı, Paris Opera ve Balesi Genel Müdürü Serge Lifar’ı Türkiye’ye davet ederek “bale akademisi” kurdurtmak isteyişi de bu vizyonu ortaya koyar.
Acun Ilıcalı’nın “Yok Böyle Dans” programı daha ilk gece reyting tavanı yapmışsa önemli bir sosyal işlevi sahiplenmiş oluyor.
Bu program Türkiye’nin her yöresinden insanlarımıza ve özellikle gençlere dansı sevdirebilir.
Bağnazlığa karşı tavırdır.
Kahve köşelerinden, sokak başlarından gençlik gruplarının karşı cinse bakışlarının değişmesine katkıda bulunabilir.
Kan kültürüne karşı spor, güzel sanatlar gibi dans da genç kuşaklarımız için bir çekim alanı olabilir.
Televizyonlara bakınız.
“Diziler ve diziler ve de diziler...
Gerilim filmleri, bir kısmı hayli sığ komediler...
Bazen kavgaya kadar varan siyaset eksenli tartışmalar...”
Elbette bazı kaliteli programlar da var.
Ama dans stüdyosu kurmanın engellendiği Türkiye’ye “Yok Böyle Dans” sadece bir TV programı değildir.