Güneri CIVAOĞLU
Titanik ile
Under Ground, son yıllarda gördüğüm ve bana
Türkiye'yi - ağzımdan yel alsın - düşündürten iki film.
Titanik'in daha başlarında bir sahne... Transatlantiğini yolculara gururla gezdiren yapımcıya soruluyor:
"Titanik'te kurtarma sandalları, yolcu sayısının ancak yarısı kadar.
Bu çok tehlikeli değil mi?"
Geminin yapımcısı cevap veriyor:
"Fazla sayıda sandal, güverteyi çirkinleştirecekti. Titanik'in estetiğini bozacaktı. O yüzden kurtarma sandalı sayısını az tuttuk."
Sonra kasılarak şöyle diyor:
"Zaten, Titanik batmaz.
Titanik, batmayacak şekilde yapıldı."
Onun bu sözü
şampanya köpüğü gibi kadın kahkaları ile süslenerek yolcular tarafından tekrarlanıyor.
"- Titanik batmaz..."
"- Titanik batmaz..."
Ama...
Batmaz sanılan
Titanik, üç - beş gün sonra buzdağına çarpıyor.
Batıyor.
"Titanik batmaz" sözü bana bir başka söylemi hatırlatıyor:
"Siz dışardan, biz içerden bu ülkeyi batıramadık" söylemini...
Aslında...
O söz,
Türkiye için değil
Osmanlı devleti içindi...
Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı)
Keçecizade Mehmet Fuat Paşa tarafından bir
Fransız devlet adamına söylenmişti.
Batmaz sanılan
Osmanlı, battı.
Allah Türkiye'yi korusun.
Dışarıdan ve içeriden
Türkiye'yi batırmak için herşey yapılıyor.
Hırpalanıyor...
Yağmalanıyor...
Türkiye ile oynanıyor.
Ve
"Türkiye en zor koşullara düştüğünde mucize yaratır, çözüm üretir" deniyor.
Ben de buna inanıyorum.
Ama...
Titanik'i izlerken kendi kendime gene de kuşkuyla sordum.
"Titanik'tekiler de - Titanik batmaz - demiyorlar mıydı?"
Biz
Türkiye Cumhuriyeti'nin
Atatürk'ün söylemiyle
"sonsuza dek süreceği" (ilelebet payidar olacağı) inancını yüreklerimizde yaşatalım.
Fakat...
Kimi vatan kurtaran aslanların(!)
kasıntı havalarına kapılarak,
aymazlığa düşmeyelim.
Ünlü sinema yönetmeni
Emir Kusturica'nın
Under Ground filmi de aynı kaygı ve kuşkuları vermişti.
Film, adı verilmeden
Yugoslavya'nın siyasal öyküsüdür.
Aynı yüzler sırasıyla, krallık,
Nazi Almanyası, Kurtuluş çarpışmaları, Tito'nun Komünist Yönetimi ve nihayet komünizmin dünyada çökmesiyle birlikte,
kapitalizme geçen ülkede hep baştadırlar...
Her devirde
siyasi, yerel ve
ekonomik iktidar, hiç değişmeyen bu yüzlerdedir.
Kusturica, bu
değişmez yüzlerle aslında
yüzsüzlüğü yansıtıyordu perdeye.
Onları sorguluyordu..
Yargılıyordu.
Filmin sonunda ülkeden büyük bir toprak kopar...
Sularda sürüklenerek uzaklaşır.
Yugoslavya parçalanmaktadır.
Ve sorumlular...
Yani, o yüzler... koparak uzaklaşan toprak parçası üzerinde içmekte, eğlenmektedirler.
Goran Bregoviç'in o harikulade
"düğün ve cenaze" müziğine tempo tutmaktadırlar.
Cenazede, düğün eğlencesi...
Aymazlığı çok güzel anlatıyordu.
Gene...
Allah Türkiye'yi korusun deyip,
Titanik'e ve acıklı da olsa
güzelliklere geçelim.
Titanik, bir şahaser değil.
Ama...
Bir solukta hiç sıkılmadan sonuna kadar izleniyor.
Heyecan ve romantik duygularla lezzet verilmiş bir teknoloji yapıtı.
Kate Winslet, masumiyetini ve yaşamını yitirmek pahasına tutkulu aşkın simgesi...
"İlkbahar yağmuru" gibi tertemiz bir güzellikte.
Demi Moore'un, eşi
Bruce Willis'i aldattığı
Leonardo Dicaprio, böyle bir özelliği nedeniyle kadınların merak konusu.
Ama...
Bunun ötesinde...
Asıl, sanatıyla büyük.
Pazar yazısı bağlamında, filmin işlendiği yaşam felsefesine işaret etmek isterim.
Genç Leonardo, üzerinde
ödünç frakı, zengin sofrasındadır...
Sevdiği kızın nişanlısı ile paralı hanımlara, beylere - yaşanmakta olan anın değerinin bilinmesi gerektiğini - anlatır.
O an, bir daha yaşanmayacaktır.
Her saniye, insana verilmiş çok değerli bir ödüldür.
Nitekim az sonra,
Titanik'in yük bölmelerinden birindeki otomobilin içinde bu iki genç nefes nefese, terden sırılsıklam oluncaya kadar doyasıya sevişirler.
Birkaç saat sonra da
Titanik batar.
"Her gün ayrı bir çiçektir" diyen
Carpe diem felsefesinin
Titanik'teki sinema diliyle bu görsel anlatımı, düşündükçe ürperti veriyor.
Güzellikleri görebilmek, çirkinliklere ve kötülüklere tepki koymak...
Kısacası duyarsız kalmamak...
Ama...
Dolu dolu yaşamak...
Her günü, her anı
yeni açan bir çiçek gibi koklayabilmek gerek.
Yazara EmailG.Civaoglu@milliyet.com.tr