Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları

1982 Anayasası zaten “neydi ne değildi” biliniyor. Bir de bunca değişiklik ve hele sonuncusu...
Sadece bu bile yeni bir anayasa için hepimizin katkıda bulunmamızı gerektiriyor.
İşte son örnek...
Meclis’te Sayıştay adayları arasından HSYK üye seçiminden manzaralar, “referandum öncesi kaygılara” şapka çıkarttırdı.
3’üncü tura kalan son oylamada adaydan Hicabi Dursun 256, Rıdvan Güleç ise 6 oy aldı.
AKP’li milletvekili oylarındaki bu blok oy disiplini (!) yukarıdaki “şapka çıkartmak” ifadesinin gerekçesidir.
Elbette demokrasinin mabedi olan TBMM’ye saygılıyız.
Bunu belirttikten sonra “Anayasa değişikliği tartışmaları sürecinde yargı üzerine siyaset gölgesi düşebilir uyarıları yakın gelecekten referans medyumluğu muydu” sorusu gene de güncel.
Aslında HSYK’nın “meşruiyeti için yasama iradesinin de üye seçimlerine yansıması doğrudur.”
Bu bir modern hukuk ilkesidir.
Anayasa değişikliği ile TBMM’nin de seçim devresine girmesi yerinde bir yaklaşımdı.
Ama...
Eksikti.
Bu haliyle Meclis’te çoğunluğa sahip iktidar partileri Sayıştay tarafından gösterilen 3 adaydan birini rahatça seçebiliyor.
İlk örneğini yaşadık.
Böylece seçimin iktidar partisinin siyasi iradesi sonucu olduğu düşüncesi medyada ortak payda oluşturdu.
Oysa “eksik” kalmayan uygulama TBMM oylarında “nitelikli çoğunluk” aranması olmalıydı.
“Üçte iki ya da beşte dört” gibi oy oranları için iktidar partileri Meclis’te çoğunluğa sahip olsalar da nitelikli çoğunluk oranına ulaşmak için parlamentodaki diğer partilerle bir aday üzerinde uzlaşmak zorunda olmalıdırlar.
Bu formatta “yargı/siyaset ilişkisi” için kaygılar irtifa kaybeder.
“Demokrasi, rejimlerin en iyisidir değil, en az kötü olanıdır” söylemi ile örtüşür.
Sadece bu örneğe takılıp kalmak yanlış olur.
Daha geniş açıdan bakarak yeni düzenlemede “yargı/siyaset” ilişkisi için kaygıları derinleştirecek başka uygulamaları da şimdiden öngörmek mümkün.
Yeni anayasa tüm partilerin, üniversitenin, STK’ların, kurumların uzlaşmasıyla hazırlanacak.
Yürütme ve yasama erklerinin etkisi dışında bırakacak düzenlemelerin yapılmasında merhum İnönü’nün söylemiyle “sayılamayacak kadar fayda var...”

Haberin Devamı

AKIL İÇİN YOL BİRDİR
İstisnalar bir yana...
Birileri ne kadar bir de Sünni-Alevi ayrıştırma çabalarında olursa olsun sağduyu sahibi insanlarımız bu oyuna gelmiyor.
Aşağıda Sünni bir okuyucumuzdan aldığım maili yansıtıyorum:
Yazının sonundaki Ziya Gökalp’ten satırlara da dikkat...
Alevilerle ilgili yazınız çok iyi ama birkaç ekleme de benden...
Alevi-Bektaşi unsurlarla beraber Yörükler eski Türk âdet ve inançlarını yaşam tarzlarında en çok gösteren gruplardır. Eğer İslam öncesi Türklerin nasıl olduğu anlaşılmak isteniyorsa bu grupların yaşantı ve kültürleri incelenmelidir. Çünkü bu gruplar Osmanlı-Sünni değişim sürecine en çok direnen gruplar olmuşlardır.
Yazınızda da bahsettiğiniz gibi Osmanlı devleti ilk başlarda tam Sünni bir çizgi içinde değildi. Osmanlı’nın Sünni-bizantiyen bir çizginin içine girmesi; İstanbul’un fethiyle beraber imparatorluklaşma ve Fatih’in kardeş katline cevaz verip, sadaretten de Türk kökenli paşaları uzaklaştırmasıyla başlamıştır. Bu tarihten itibaren devletin üst kademelerinde daha çok devşirme kökenliler söz sahibi olmuş, Türkler devletin asli kurucu unsuru olmalarına rağmen devletin yarattığı nimetlerden istedikleri kadar faydalanamamıştır.
Halbuki tüm tarih kitaplarında kuruluş dönemlerindeki savaşların kazanılmasında alperenlerin ve Bektaşi unsurlarının katkılarının ne kadar da yüksek ve önemli olduğundan bahsedilir. Fatih’le imparatorluk ve Yavuz’la gelen halifelik Anadolu coğrafyasında Sünniliğin baskın, diğer farklı Türk grup ve inançlarının ise pasifleşmesi sonucunu doğurmuştur.
Aşağıda Ziya Gökalp’ten alıntılanan kısım yerleşik Alevi-Bektaşi Türkmen unsurlarının takip ettikleri yolu ve zihniyetlerinin altındaki psikolojik baskı unsurlarını ortaya koyan güzel bir etnopsikiyatrik tespittir.
“Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, Oğuz boyları arasında Oğul mu önce gelir yoksa sahabeler mi diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları ve Kayıların amcaoğulları değiller miydi? Nasıl oluyordu da, padişahın Enderun’dan çıkan devşirmelerden mürekkep olan sahabeleri (yakın adamları) bunlara tercih ediliyordu. O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki zulme maruz kalışlarını vaktiyle Ehlibeyt’in (Peygamber soyu) uğramış olduğu eziyete benzetiyorlardı. O zaman, Türkmenlerin büyük bir kısmı bu benzeyişe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar, kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir mabed yaptılar.”