Askerin özellikle siyaset gölgesi altındaki konularda sesi Milli Savunma Bakanı’dır.
Özellikle polemikler, psikolojik yıkım projeleri gündemdeyse...
Türkiye’de bu demokrasi geleneği yaşanmıyor.
Siyaset/asker ilişkileri zaten olması gerektiği gibi yapılanmış değil ki...
Bu nedenle zaman zaman asker kendini anlatmak zorunluğunu hissediyor.
Milliyet’ten Fikret Bila’nın, Hürriyet’ten Enis Berberoğlu’nun Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’la yaptıkları konuşmalar bu ihtiyacın gereği olarak yorumlanmalı.
Böyle özel mulakatların tehlikesi “çanak sorular” ve “kullanılmak” durumlarıdır.
Ancak...
Bu yayınlarda çok önemli bir özelliğin altını çizmek isterim.
Bila da, Berberoğlu da net, açık ve dobra sorular yönelttiler.
Ve...
Kamuoyunun bilmesi gereken önemli bilgileri yansıttılar.
“Enformasyon zehirlenmesi” kaygıları yaşanırken her iki mülakat da önemli ayrıntıları aydınlattı.
Bazı açıklamalar ise yeni soruları tetikledi.
Bunlara ayrıca eğileceğim.
Dortmund Operası salonları parteri, balkonu, iki yandaki üç kat boyunca uzanan localarıyla tek boş koltuk kalmaksızın dolu.
İstanbul Senfonisi bittiğinde 1700 kişi ayakta alkışlıyor.
Fazıl Say’a bu bir “alkış ayini...”
Yüzde 95’i Alman...
Sadece yüzde 5 Türk olması azımsanmasın.
Daha önceki Fazıl Say konserlerinde bu oran yüzde 1, yüzde 1 buçukmuş.
Klasik müzik yapmasına rağmen Fazıl Say dinleyenlerini katlıyor.
Oysa pop, türkü sanatçılarının Almanya konserlerinde bu dinleyici oranı tam tersine...
Dortmund Operası’na dönelim.
Biz Türkiye’den gelen gazeteciler -neredeyse- bu alkış ayinini sahneye arkamız dönük izliyorduk.
Böylesine bir manzarayı “temaşa”nın zevkini çıkarıyorduk.
İçimizden gözleri dolanlar vardı.
Fazıl Say konserin ilk bölümünde George Gershwin’in “Rapsodi in Blue” ile Leonard Bernstein’ın “Candide” eserlerini çalmıştı.
İnanılmaz güzel yorumlardı.
Büyülemişti...
Ama doğrusu ikinci bölüm için karnımın içinde sanki karıncalar dolaşıyordu.
Kaygılıydım.
Fazıl Say’ın 53 dakika sürecek “İstanbul Senfonisi” gene aynı beğeniyi alacak mıydı?
Ney, kanun, darbuka gibi yerel enstrümanlarla solo bölümler vardı.
“Aksak ritim” dediğimiz 13/8’lik Türk ritmi 110 kişilik dev orkestra doğru çalabilecek miydi?
Fazıl Say’ın 7 İstanbul anlatımından oluşan senfonisinde kullandığı “vapur düdüğü” gibi bazı özgün sesler nasıl algılanacaktı?
İkinci bölümde kulağım müzikte, gözlerim sahnedeydi, sezgi radarlarım ise dinleyicileri tarıyordu.
Bazen iki sıra ön çaprazımdaki Fazıl Say’a da bakıyordum.
Öne eğilmiş, çenesini sağ elinin avucuna yaslamış hafif gülümseyerek izliyor/dinliyor.
Anlaşılan “hata” yok.
Anında tepki veren Fazıl’ın yüzü karışabilirdi.
Yanında sevgili var, o da iyi bir müzisyen.
Onun da yüz çizgilerinde dalgalanma yok.
Rahatlıyorum...
Ve nihayet İstanbul’un su şıpırtılarını yansıtan notalarla senfoni bitiyor.
Müthiş bir alkış.
Herkes ayakta ve hiç abartmıyorum, “cezbe halinde...”
5 kez sahneye çağırılıyor.
Alkışlar dinecek gibi değil.
Türkiye’nin ne güzel bir vitrini bu!
Atatürk’ün cumhuriyetin daha ilk yıllarında konservatuvarı kurmuş olması onun bu günlere uzanan büyüklüğü...
Konser sonrası opera fuayesinde küçük bir grupla kısa süreli bir ayaküstü şarap/şampanya sohbeti...
Fazıl Say’a tebrik parantezi bu...
Ardından operanın altındaki STRAVİNSKİ adlı restoran barda uzun bir masanın etrafındayız.
Şef Hovard Griffiths geliyor.
Hoş bir şiveyle Türkçe konuşmaz mı?
Meğer 20 yıl Türkiye’de yaşamış.
Fazıl’a takılıyor:
“Sana nasıl kazık attım, değil mi?”
Müziğin nota, ses tekniğiyle ilgili ayrıntılar işte böyle “sanat makarasına” dönüşüyor.
Restoranın adı neden Stravinski?
Elbette büyük müzisyen olarak böyle bir konser merkeziyle adı uyumlu ama bir başka özelliğine işaret edeyim.
Stravinski iyi bir gurmeymiş.
Ağzının tadını bilenler için müzikle bütünleşmiş lezzet referansı...
Almanya’da sigara yasağı da ilk başlarda katıydı.
Artık “karma” bir uygulama var.
Belirli büyüklükteki mekânlarda ayrıca sigara içilen bölümler olabiliyor.
Stravinski o büyüklükte olmadığı için, ustura gibi keskin ayazda dışarı çıkanlar arasında Fazıl Say da vardı.
Az önce 1700 kişinin ayakta alkışladığı 5 kez sahneye çağırdığı bu müzik gurusu dışarıda sigara içerken ayağına gelen futbol topuyla oynuyordu.
Gelip geçenler onu Dortmund’un gençlerinden biri olarak görüyorlardı herhalde...