Her şey bir yarasanın pangolini ısırmasıyla başladı ve bu hayvanda mutasyona uğradıktan sonra insana sıçradı. Yaşadığımız tüm sürecin başlangıcı aslında doğadaki bu kelebek etkisi
Herkes koronavirüsün nasıl oluştuğunu merak ediyor. Laboratuvarda üretildiğinden tutun, uzaydan geldiğini söyleyenler bile var. Hatta hatırı sayılır bir kesim, 5G çalışmaları esnasında açığa çıktığına inanıyor. Oysa ki bilim 60 yıldır zaten koronavirüse aşina. İnsanlarda hastalığa neden olan ve hepsi de hayvan kökenli 6 tipi var. Bizi evlere kapatan ise Çin’de canlı hayvan pazarında insana sıçrayan yeni tip koronavirüs. Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, geçtiğimiz günlerde bu virüsün kökenini de açıkladı. Virüs, yüzde 81 oranında yarasa, yüzde 19 oranında pangoline aitmiş. Yani virüsün annesi yarasa, babası pangolin. Pangolin ile temas eden bir yarasadaki koronavirüs, bu hayvanda mutasyona uğradıktan sonra insana sıçrıyor. Yaşadığımız tüm sürecin başlangıcı aslında doğadaki bu kelebek etkisi!
Kehanet
Tabii
Meğer “Milenyum çağı” diye güle oynaya girdiğimiz 2000’li yıllar, “virüs çağı”ymış. Uzayda yaşam, yapay zekâ, uçan araba derken; nasıl el yıkayacağımızı, evde yaptığımız ekmeğin nasıl kabaracağını konuşur olduk haftalardır.Yeni virüslerin ortaya çıkma sebeplerinden biri de egzotik hayvanlarla giderek artan oranda temasa girmemiz. Balta girmemiş ormanlarda sürekli daha derinlere giriyor ve oradaki biyolojik çeşitliliği monokültüre indirgiyoruz.” Almanya’da koronavirüs önlemlerini yöneten Robert Koch Enstitüsü’nün başkanı Lothar Wieler’e ait bu tespit. Bağışıklık sistemi profesörü Vedat Bulut’un saptaması ise bu tespiti bir adım ileriye taşıyor: “Ekosistemin bozulması halinde yeni virüsler ve salgınlarla karşılaşacağımız açık. Örneğin Latin Amerika bölgesinde görülen Zika virüsünü taşıyan sinek türü, küresel ısınmanın etkisiyle geçen yıl ilk kez Türkiye’de gözlendi. Önümüzdeki 5 yıl içinde Zika
Tam poşeti hayatımızdan çıkarıyorduk ki, koronavirüs geldi çattı. Artık virüs endişesiyle marketlerde sebze-meyveler bile poşetlenerek satılıyor.Tek kullanımlık plastiklere aşırı talep var. İnsanlar, başka elin değmeyeceği çatal, kaşık ve tabaklarla yemek yemeyi daha güvenli buluyormuş. Virüsün yemekle bulaşmasından endişe edenler de, paketli ve ambalajlı gıdaya yönelme eğiliminde. Ancak bunun ne kadar akılcı olduğu tartışmalı. Çünkü yapılan deneylerle biliyoruz ki, Covid-19 plastik yüzeylerde 3 gün boyunca canlı kalabiliyor.
Başka yüzeylerde ise bu süre çok daha kısa. Yani herhangi bir yüzeyde birkaç saatte etkisini yitirebilen bir virüsü, kendimizi korumak için sarıldığımız poşetle evimize kadar taşımamız oldukça muhtemel. Yine hijyen kurallarına uyulmadan paketlenen bir yiyecekte de durum aynı.Tek kullanımlık plastiklere aşırı talep var. İnsanlar, başka elin değmeyeceği çatal, kaşık ve tabaklarla yemek yemeyi daha güvenli buluyormuş. Virüsün yemekle bulaşmasından endişe edenler de, paketli ve ambalajlı gıdaya yönelme
Koronavirüs riski karşısında eve gıda stoklamak bir çözüm olarak görülebilir; ancak ya gıda zincirinde sıkıntı yaşanırsa! İşte o yüzden kendi gıdamızı yetiştirmenin basit yollarını bilmemizde yarar var.
Ülkemizdeki ilk koronavirüs vakasıyla birlikte hepimiz soluğu marketlerde aldık. Sadece birkaç saat içinde ne un kaldı raflarda ne makarna. Daha salgın başlamadan yaşadığımız bu tablo, gıda zincirinin aslında ne kadar kırılgan olabileceğini gösterdi bize.
Peki, böyle bir durumda ne yapmalı? Bunun en kestirme yolu kendi gıdamızı yetiştirmek. Buna bu köşede daha önce de değinmiştik. Mesela balkonda saksı tarımı... Günlük hayatta sıklıkla tükettiğimiz domates, biber, ıspanak, marul, taze soğan, sarımsak gibi bitkileri aslında saksıda yetiştirmek pekâlâ mümkün. Hatta 2 metrekarelik bir alanda 1 yıl yetecek kadar patates dahi yetiştirebiliriz. Gelin buna bir de besleyici değeri oldukça yüksek mantarı ekleyelim.
Doğal mantar kiti
Türkçeye yeni kazandırılan “Tıpta ve Sağlıkta Balon Bilgiler” adlı kitap doğru bildiğimiz ve yaygın olarak inandığımız birçok bilginin aslında temelsiz olduğunu anlatıyor
Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan 3 kez dünyayı dolaşır”... ABD’li yazar Mark Twain’in bu sözü tarihe kazımasının üzerinden neredeyse 150 yıl geçti. Bugün, yalanın yükselen performansına tanıklık ediyoruz. Yaşadığımız ileti bombardımanında gerçek pabucunu bulana kadar yalan artık 3 değil, 300 kez dünyayı dolaşıyor. Doğru ise adeta emekliyor. Yalanın sesi o kadar gür ki, gerçeğin sesini duyan pek olmuyor.
İşte koronavirüs. Önce laboratuvarda üretildiğine inandık! Sonra günlerce kelle paçayla paçayı kurtaracağımızı sandık. Ardından tuzlu suyu çare bildik. Bir bölümümüz genimiz nedeniyle virüsün bize uzak durduğunu düşünüyordu ki, ilk vaka açıklandı. İşin garip yanı, teyide muhtaç bu bilgileri hekimlerin dolaşıma sokması. Enfeksiyon uzmanları ise asıl çabayı virüsten çok, yanlış
Otobüste, metrobüste pek çok kişinin elinden düşürmediği cep telefonları, yarattıkları elektromanyetik kirlilik nedeniyle virüslerin etkisini artırabiliyor
Koronavirüs kapımızda. Herkes endişeli. Maskeler, el dezenfektanları adeta yok satıyor. Otobüs, metro ve metrobüsler dezenfektanlarla temizleniyor. Peki bu önlemler yeterli mi? Almamız gereken başka tedbirler de var mı? Mesela toplu taşıma araçlarındaki cep telefonu kullanımını sınırlandırmak gibi. “Ne alaka” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında ilk okuduğumda ben de benzer bir tepki verdim. Ama isterseniz önce önerinin sahibi, Işık Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Dr. Rüştü Murat Demirer’e bir kulak verelim:
Baz istasyonu gibi
“Elektromanyetik kirliliğin virüslerin etkisini artırdığına yönelik araştırmalar var. Özellikle metrobüs ve otobüslerde yoğunluk nedeniyle noninozie şiddet çok yüksek. Herkesin elinde bir telefon var ve Faraday kafesi etkisi nedeniyle adeta bir baz istasyonuyla yolculuk ediyoruz. O yüzden İBB
Meyvelerin göz alıcı parlaklığı, aslında sağlıksız olduklarının bir işareti mi? LÖSEV Başkanı Üstün Ezer’in mandalina analizine bakılırsa öyle
Kaçıranlar için kısaca özetleyelim: Dr. Ezer, önce sosyal medya hesabından cilalanmış kadar parlak görünen birkaç mandalinanın fotoğrafını paylaştı. Ardından da bu mandalinaları analiz ettirdiğini belirterek sonuçları yayınladı. “Bile bile kanser oluyoruz” yorumuyla yaptığı duyuruda, o mandalinaların özünde zehirli etilen oksit ve parafin bulunduğunu açıkladı. Tabii haliyle bu paylaşım epey patırtı kopardı. Demek ki meyvelerin cam gibi parlamasının nedeni bu iki kimyasaldı! Biz de yedikçe bu kimyasallara maruz kalıyorduk! Peki gerçekten öyle mi?
Doğal olabilir
Hemen işin uzmanı Prof. Dr. Mustafa Erkan’ı aradım. Mustafa hoca, meyve-sebzenin başkenti Antalya’da, Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde hasat sonrası fizyolojisi çalışıyor. Sonuçlara o da şaşırdı ve şüpheli bulduğunu da bildirdi. Analizi hangi laboratuvarın, nasıl yaptığının belirsiz olduğuna dikkati
Kansere yakalanıp şekere veda edince, özlemini duyduğu anneannesinin fındık ezmesini organik fındık ve hurmayla üretip marka yarattı
Aslında hikaye biraz kötü başlıyor. İstanbul Üniversitesi’nde işletme okuyan Damla Yılmaz, dil eğitimi için ABD’deyken kansere yakalandığını öğreniyor. Ve tedavi için hemen Türkiye’ye dönüyor. Zorlu bir sürecin ardından hastalığı yeniyor. Tabii bu süreçte beslenme şeklini de değiştiriyor. Çünkü, özellikle şekerden uzak durması gerekiyor. Bu da onun için, anneannesinin evde pudra şekeriyle yaptığı fındık ezmesine veda etmesi anlamına geliyor.
Hal böyle olunca, bir süre uzak kalacağı fındık ezmesini, “nasıl daha sağlıklı kılarım” sorusu takılıyor aklına Damla’nın. Ve çözümü, yüksek şeker oranına rağmen düşük glisemik indekse sahip hurmada buluyor. Hurmayla tatlandırılan fındık ezmesi, genç kadının yakın çevresi tarafından da çok beğeniliyor. Zamanla tadı ve ünü arkadaş ortamına yayılınca ortaya “Mavi Fındık Ezmesi” markası