Hasan Pulur

Hasan Pulur

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Televizyona çeşitli adlar takılmıştır, kimine göre “aptal kutusu” kimine göre “afyon deposu”; kim ne derse desin, televizyon artık günlük yaşantımızın ayrılmaz parçası haline geldi, kimi eğlence için, kimi iletişim için, kimi de diziler için...
Bize göre televizyon “ibret-i âlem”lik bir cihazdır, gereçtir, geç karşısına seyreyle âlemi ya da ibret al!
Diyelim, bol laflı, bol kavgalı bir program seyrediyorsunuz.
Aklınıza şu dizeler gelmez mi?
“Onlar ki verir, dünyaya nizamat
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”
Yani, onlar lafla dünyaya nizam, düzen vermek isterler ama, kendi hanelerine bakmazlar.
* * *
TV’de öyle bir oturmuştur ki!
Size, mezarlıktaki bir mezar taşını hatırlatır:
“Bir zamanlar ben de Süleyman idim
Ateşe rüzgâra hükümran idim.
Sanmayın Sultan Süleyman idim.
Tersanede körükçü Süleyman idim.”
* * *
Hemen herkes gelecekten kuşkulu:
“N’olcak bu işin sonu?”
Aklınıza şu “laedri” gelmez mi?
“Hasandağı arpalıktır, eğer saban yürürse
Her derede bir değirmen eğer suyu gelirse
Her kümesten birer tavuk eğer köylü verirse
Güzel gidiş bu gidiş eğer sonu gelirse.”
* * *
Hele cenazede merhuma fatiha okusanız bile mevtayı hatırlamaz mısınız?
“Ne kendi rahat etti, ne âleme verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur”
Bu halkın, padişaha bile,
“Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diye bağırdığı hiç unutulur mu?
* * *
Birden ekran değişir, daha doğrusu ekrandaki değişir hele içlerinden biri vardır ki:
Şevket Süreyya Aydemir anlatır...
Galiba 1925 yılı, İstanbul’da tutuklananlar, Ankara’ya İstiklal Mahkemesi’ne gönderilir, “Aydınlıkçı”lar denir onlara, komünistler, Bolşevikler...
Şevket Süreyya “Suyu Arayan Adam”da o sahneyi şöyle hatırlar:
“Fakat bir aralık yukarda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir vazifeli merdivenin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:
-Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?
Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç, merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. (...)
Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapkayla gelmişti.”
* * *
Sonra?
Birkaç gün sonra Şevket Süreyya ve arkadaşlarını İstiklal Mahkemesi’ne götürürler...
Şevket Süreyya anlatır:
“Bir aralık, üst sahanlığın başında aynı iri yapılı vazifeli göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine nezaret ediyor ve bir sıra emirler veriyordu. Bu grubun önünde iri yapılı, yüksek boylu, ciddi tavırlı bir müderris yürüyordu. Başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu o sıralarda yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. (...)
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu.
Acaba müderris, bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlanacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu...”
Televizyonda onu seyrederken aklımıza Şevket Süreyya’nın anlattığı bu olay geldi...
Şapka giydiği için gazeteci döven, sarıkla geldiği için Hoca’ya ne yapacaktı?
* * *
Geçmiş televizyonun arkasına “darbecilere, vesayetçilere” veryansın ediyordu.
Artık o “ileri demokrat”tı...
Demokrasinin de ilerisi onlara kalmıştı.