Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Herkesçe bilinen bir fıkra ile başlayalım: Adamın teki kendini darı sanırmış. Tavukları görünce başlarmış kaçmaya. Sonunda adamı yaka paça psikiyatra götürmüşler. Uzun tedavilerden sonra doktor çağırmış ve demiş ki "Artık darı olmadığını anladın. İyileştin. Tavuklardan da kaçmana gerek yok. Seni serbest bırakacağız." Ancak adam telaşlanmış; "İyi efendim ben bunu biliyorum da, ya tavuklar bunu anlamazlarsa!."
Son günlerde kamuoyunda Avrupalıların Türkleri dışladığı işleniyor. Biz de benzer kanıdayız. Öte yandan, Roma'da Galatasaray'ın aldığı sonuç karşısında İtalyan polisinin davranışları elbette hunharlıktan başka bir şey değil. Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in sert tepkisi de gayet kişilikliydi. Hatta şimdi gözlerimiz müfettiş edasıyla ülkemize sık sık gelen Avrupa'nın insan hakları bayraktarlarını arıyor. Ancak! Bir futbol maçı sırasında çıkan kargaşayı tüm Avrupalıların ülkemize husumeti olarak nitelemek abartılı ve hatalı olur. O zaman neden canhıraş AB'ye girmeye çabalıyoruz ki.

Öncelikle Avrupalı olup olmadığımızı kavramalıyız. Dört kavram önemli: Avrupalı olmak; Avrupalı olmaya çalışmak, kendini Avrupalı hissetmek veya Avrupalı sayılmak. Henüz olmasak veya sayılmasak da yüz yıldır bunun için çabalıyoruz. Avrupalılar da pek kucak açmıyor, yani pek sayılmıyoruz da. Ama fıkradaki deli misali; biz öncelikle kendimizi Avrupalı hissetmiyoruz. Hala Batılılardan bahsederken "şu Avrupalılar" diyoruz. Kendimizi "onlardan" saymıyoruz. En ufak bir ikili ilişkide çıkan sorunu Avrupa - Türkiye karşıtlığı olarak niteliyoruz.
Gerçekten de Türkiye tarihi beş yüz yıllık bir Batı çatışmasının öyküsü. Ancak son yüz yıldır bu doğrultu farklılaştı: Türkiye Batı ile entegrasyona uğraşıyor. Başarısı tartışılsa bile, bu Türkiye'nin tek doğrultusu. Önerilen diğer alternatiflerin ise ciddiye alınır hiçbir tarafı bulunmuyor. Artık Batı ile çatışma değil, bütünleşme amaçlıyoruz.
Toplum olarak kendimizi Avrupalılardan farklı hissetsek de,
seçkinlerimizin Avrupa'nın parçası olma konusunda yaptığı fedakarlıklar göz ardı edilemez. AB ile entegrasyon çabalarımız adeta Kızılelma'ya dönüştü. Belki hiç gerçekleşmeyecek, ama hep özlenecek. Zaten hayallerimiz olmasaydı, yaşamın anlamı kalır mıydı? Bu hayal Türkiye'nin yükselme azmini oluşturuyor.

Türkiye AB'nin getirdiği önkoşulları yerine getirmekte zorlanıyor. Bazılarını yenir yutulur bulmuyor. Hatta "zaten AB'ye alınmayacaksak neden bunları yerine getirelim" diyenler oluyor. Demek ki, AB'ye alınamayacağımız izlenimi giderek yaygınlaşıyor. Ve Türkiye ödevlerinde gecikiyor. Bu kaygıda Avrupa'nın özensiz davranışlarının da rolü var. AB Türkiye'ye anlayışla yaklaşmıyor.
Öte yandan, AB artık yalnızca bir ekonomik ya da refah birliği değil. AB giderek bir demokrasi ve insan hakları birliğine dönüşüyor. Bununla beraber, AB üyelerinin bir başka ortak paydası daha var ki, bu aslında AB ruhuna aykırı: Judeo - Hıristiyanlık! Eğer Türkiye bu birliğe alınmazsa bazı ülkeler AB'yi bir Hıristiyan birliği olarak niteleyebilir. AB ödevleri notlarken kendi ödevini de unutmamalıdır. Ama hepsinden öte; biz elbette darı değiliz!