Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yolculuğu uzun bir öyküdür. 1963 Ankara Anlaşması’ndan bu yana çok zaman geçti. Çok şey de değişti. Ön anlaşmasını yaptığımız Avrupa Ekonomik Topluluğu 6 Avrupa ülkesi arasında bir gümrük anlaşmasından ibaretti. İçine girmeye çalıştığımız kulübün amaçları o zamanlar gümrükler kalkarak emek, sermaye ve malların serbestçe dolaşmasıydı.
Üye ülkelerin arasında bu hedef zamanla büyük değişime uğradı. Değil gümrük birliği, parasal birlik bile başarıldı. Bir sürü kural geliştirildi. Ekonomik birlik fikri, zamanla siyasal birliğe dönüştü. Siyasal birlik konusunda da çok mesafe alındı.
Türkiye ilk dönemde önüne gelen fırsatları iyi değerlendiremedi. Zaten ev ödevlerini de yapmadı. Hem ekonomisine çekidüzen vererek, yani istikrarı sağlayarak bütünleşmenin önündeki engeli kaldırmadı, hem de sürekli gönülsüz davrandı.
Zamanla Türkiye’nin nüfus büyüklüğü Avrupalıları ürkütür hale geldi. Yani masanın öbür tarafı da ayak sürümeye başlamıştı. Çünkü Avrupa da yoğun biçimde işsizlik sorunundan çekiyordu. Türkiye’nin serbest dolaşım hakkı elde etmesi demek, Avrupa’da işsizliğin patlaması anlamına gelecekti. Bu nedenle, ancak emek hariç, serbest dolaşım hakkı tanınabilirdi. Ve öyle de oldu. Bugün üyesi olduğumuz Gümrük Birliği aslında 1963’te tasarlanan AET’den çok farklı bir şey değil. Tabii, emeğin serbest dolaşımı hariç!
AB, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan çok farklı bir kavram. Adeta tek devlet olmaya giden bir yapı. Bir siyasal birlik. Bu siyasal birliğin de bazı ortak özellikleri, yahut da kuralları var. Bunların da başında insan hakları ve demokratikleşme geliyor. İşte Türkiye’nin de zorlandığı alan bu.
Önceki gün gazetemiz yöneticisi Mehmet Y. Yılmaz’ın "Hangisi daha milliyetçi hareket?" başlıklı yazısı, Türkiye’yi başka bir lige mahkum etmenin milliyetçi olamayacağını savunuyor. Çok doğru. 1963 - 1983 sürecinde Türkiye "sömürüleceğim" endişesiyle AET’ye serin davrandı. Hatta bazı işadamlarımız da AET’ye çok sıcak değildiler. Süre istiyorlardı.
Biraz farklılaşsa da, bugün de itirazlarımız bulunuyor. Ancak bu kez büyük patronlar çok istekliler. Baksanıza; bir zamanlar Ecevit’i düşürmek için ayırdıkları reklam bütçesini, şimdi AB’ye giriş için harcıyorlar. Bu da sevindirici bir gelişme tabii. Ancak bazı siyasal kesimler hala ayak sürüyor. Bu sefer de iç ve dış güvenliği bahane ediyorlar. "Demokratikleşme" ülke bölünür diye istenmiyor. Kıbrıs da dış güvenlik nedeniyle duyarlılık merkezi haline getiriliyor. Oysa unutmamamız gereken gerçekler var: Çözülmeyen sorun en kötü çözümden daha kötü bir noktada olur. Kıbrıs tezimizi bizden başka kabul eden yoksa, burada bir sakatlık yok mu?
Türkiye AB’ye alınmayabilir. Ama Türkiye’nin AB’den vazgeçme lüksü olamaz. Bu tek taraflı bir aşk değil, bir uluslararası siyasal ve jeopolitik pozisyondur.
Ve nihayet şunu da unutmamalıyız; zengin ülkelerin ulusal birlik ve bütünlükleri tehlikede olmuyor. Artık bahaneleri kullanmamalı, fırsatları değerlendirmeliyiz!
Özay Şendir
Özel’den Sosyalist Enternasyonel mesajları ve İsrail
23 Mayıs 2025
Cem Kılıç
Üretken yapay zekâ dört işten birini tehdit ediyor!
23 Mayıs 2025
Abbas Güçlü
Hayal bile kuramıyoruz!
23 Mayıs 2025
Zafer Şahin
Rakamlar yalan söylemez
23 Mayıs 2025
Abdullah Karakuş
Suriye, İsrail ve karıştırıcılar
23 Mayıs 2025