Ağustos depremi, şubat krizi derken, yıllardır basket maçlarını izleyemiyordum. ABD'ye yapılan terörist saldırı on gün önce gerçekleşseydi, Avrupa Kupası da suya düşecekti. Siyaset, ekonomi derken neredeyse basketbolu tanımaz hale gelmiştim. Oysa yıllarım potanın altında zıplayarak geçmişti. Öylesine ki, lisede derslerde hocayı dinlemez, basket taktikleri çizerdim. O yıllarda Kolej (TED) adeta bir basket okuluydu. Ve havamızın üstüne yoktu. Çünkü şöhretli basketçilerin çoğu bizim okuldan çıkardı. Havalı olmasına havalıydık da Avrupa liglerinde dökülürdük... Nereden nereye!
Avrupa Basket Kupası bu yıl İstanbul'da düzenlenince maçları seyretme kararı verdim... Letonya maçında ciddi bir çekişme gözlendi. Bagatskis, Efesli Kambala ve Miglinieks gerçekten skorer oyuncular. Ama kazandık. Slovenya maçı ise beni sinirlendirdi. Türkiye tek tek, oyuncu bazında ele alındığında açık farkla üstündü. Ancak takım oturmamıştı. Dağınıktı. İki skorer oyuncumuz Türkoğlu ve Kutluay, NBA'lı Nesterovic ve McDonald karşısında daha az skor yapabildiler. Nitekim, önde götürdükleri maçı gereksiz yere farkla verdiler.
İspanya maçında bizimkiler silkinince kafa kafaya bir maç oldu. İspanyollarda Navarro'yu tutabilene aşkolsun. Ancak İbrahim Kutluay da bu maçta, basketçi tabiriyle iyi "yazdı" (tam 35 basket). Ve İspanya maçı (bir biçimde) kotarıldı. Evden seyrettiğim bu maç sonunda kafamı alçak tavana vurunca, kafaya buz basmak yerine yüksek tavanlı bir spor salonundan maçı seyretmeye karar verdim. Biletler ayarlandı ve bir arkadaş grubu ile minibüste Hırvatistan maçına gittik. Ve tabii yollarda "Ooo ooo, huh ha, dev adam, 12 dev adam.." diye tempo tutarak.
Hırvatlar bayağı sağlam bir takıma sahiptiler. Mulaomerovic ve Giricek gerçekten müthiş oyuncular. Ancak bizimkiler de armut toplamadılar. Kutluay, Türkoğlu ve Okur 16'şar, Türkcan da 20 sayı attı. Maça iyi asılan Türkiye gurur verici bir oyun sergiledi. Seyirciler maçı ayakta seyrederken, bizde de bu yaştan sonra ses gitti. Çünkü artık yarı finaldeydik!
Almanya'yı ısınmada seyrederken "fizik üstünlük" denilen ama aslında Allah'ın verdiği boydan ibaret özellik hemen göze çarpıyordu. Basketin kaçınılmaz gerçeği potanın belli bir yükseklikte durması! Oraya uzanmak da Allah'ın verdiği boyla kolaylaşıyor. Gerçi Almanya'da birkaç oyuncu (mesela NBA'lı Nowitski) vardı ama bu takım Türkiye'nin dişine göreydi. Bu maçta gözümde yıldızlaşan bir Hidayet Türkoğlu vardı. Türkoğlu'nu kimseye benzetmek mümkün değil! Bu adam Türkiye'de benzeri olmayan komple bir basketçi! İki potanın da altında ribaund arıyor, alıyor. Top sürüyor. Pas veriyor. Pota altından veya uzaktan şut atabiliyor.
Yugoslavya maçına gelirken içimden, fark yemeden, gururumuz kırılmadan bu iş bitsin diyordum. Avrupa'nın efsanevi takımına kafa tutmamız elbette olası değildi. Ancak tuttuk. Stojakovic, Bodiroga ve Scepanovic gibi "globalleşmiş oyuncuları tutup sayı atmak" her baba yiğidin harcı değildi. Bizimkilerin harcıymış. Az daha kazanıyorduk. Ama Avrupa ikinciliği bile hava atmaya yeter de artar bile. Kolejli olmaya da hiç gerek yok. (Maçı seyrederken Harun Erdenay'ın her attığı sayıda arkamda oturan Kemal Erdenay'ın İTÜ'deki oyunu gözlerimin önüne geldi. Kim bilir babası şimdi oğluyla ne kadar kıvanç duyuyor).
Hemen aklımdayken belirteyim. Salona girer girmez gurur duydum. Müthiş bir organizasyondu. Bu son derece Avrupalı görünümlü organizasyon ve takımın başarısı nedeniyle Federasyon Başkanı Turgay Demirel'i kutlarım. Garanti Bankası'nı da marşından, tanıtımına kadar kupaya müthiş bir lezzet katmasından dolayı kutlamak gerekiyor.
Keşke her alanda 12 dev adamımız olabilse! Sporun güzelliği varken insan yüreğini körelten teröre yönelinmesi ne acı...