Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Önceki hafta orta ölçekli bir banka ile İzmir’e gittik. Banka, İzmir’de bireysel müşterilerini toplayarak ekonomik gelişmeler hakkında onları bilgilendirmek istiyordu. Ve tabii bu arada isteyenler tasarruflarını başka kanallara yönlendirme fırsatı bulacaklardı. İzmir’de 2002 ve sonrasına ilişkin beklentilerimizi aktaran bir konuşma yaptık. Hayli de hoş oldu. Resepsiyon sonrası bir kaçamakla Kordon’da Deniz Restoran’da balıkları götürmemiz de ayrı bir keyif verdi.

Vatandaşın aldığı ders
İzmir’i oldum olası severim. Rahmetli babam "Emekli olunca İzmir’e yerleşmek istiyorum" derdi. Kandıra nere, İzmir nere! Zaten kader de farklı tecelli etti. İzmir’in sevdiğim tarafı tam bir Akdeniz kenti olmasıdır. Son yirmi yılda Doğu’dan bir hayli göç alarak toplumsal bir uçurum oluşmasına rağmen, yerli İzmirli birbirini çok iyi tanır. Bu da kente ayrı bir hava katar.
İzmir’de vatandaştan üç izlenim aldık. Birincisi, kimse tasarruf biçimini değiştirmek istemiyor. Dövizde kalan yine aynı yoldan giderek daha fazla verim almaya çalışıyor. TL’de duranın da fikir değiştirmeye pek niyeti bulunmuyor. İlgimi çeken bir başka nokta da; vatandaşların ekonomik gelişmeler hakkında inanılmaz bilgisi. Ekonominin popüler otoritelerini neredeyse özel hayatlarına kadar izliyorlar. Ve nihayet, sürekli siyasete ilişkin soru sormaları da dikkatimi çekti. Anlaşılan vatandaş artık bu yapıyı kalıcı bulmuyor, istemiyor ve bir siyasi değişim arzu ediyor. Ama bu iktidarı istemezken, erken seçimi de pek istemiyor. O da bir başka paradoks.
İzmir dönüşü apar topar IBM ile iki günlük bir toplantıya girdik. Amaç kriz sonrası Türkiye’yi tartışmak ve 2005’e kadar IBM’in stratejilerini masaya yatırmaktı. Açıkçası bu toplantı da çok verimli ve keyifli oldu. Çünkü şirketin en üst düzey kadrosuyla iki gün gerçek dünyayı tartışma fırsatı bulduk. Önce 2002’ye baktık. Büyük risk görmedik. Ancak 2003’e baktığımızda hem ekonomik, hem de politik bakımdan riskleri gözledik. Geleceğe iki proje çerçevesinde baktık. Avrupa Birliği ve ekonomik program. Açıkçası, çok parlak bir tablo çıkmadı.

Şirketlerin aldığı ders
Daha sonra krizden alınan dersleri tartıştık. Devletin, şirketlerin ve vatandaşların aldıkları dersler ayrı ayrı konuşuldu. Devlet pek bir ders almamıştı. Yapısal bazı reformlar gerçekleşse de bunun son derece kısıtlı kaldığını biliyoruz. Şirketler de pasif pozisyona girdiler. "İşler düzelse de biz de durumu düzeltsek" diyorlar. Yani inisiyatif kullanarak, şirketini rekabete hazırlayan veya piyasa payını artıran çok az firma oldu. Devlet IMF’den dilenirken, şirketler de devletten medet umuyor. Ancak "bu krizden hiç mi ders alınmadı" derseniz, elbette alındı. Çalışanlar veya işini kaybedenler iş güvencesinin önemini kavradılar. Öylesine işini kaybeden oldu ki, bu kafalara nakşedildi. Üstelik de çok kısa sürede yeniden iş bulunmayacağı da malum.
Artık maaşın ne kadar olduğu değil, maaşı verenin ne kadar süre ile verebileceği daha önemli. Özetle kriz şirketlere çok az şey öğretmiş görünüyor. Ama vatandaş iki şeyi öğrendi. Bu siyasi yapıyla kalıcı istikrar olmaz. Ve ikincisi de maaş değil, iş güvencesi önemli. Şimdi düşünüyorum, kriz şirketlere miydi, yoksa vatandaşlara mı? Ders alınmadığına göre şirketler krize girmemiş demek!