Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Dün Prof. Baran Tuncer Radikal gazetesindeki sütununda fevkalade bir yazı yazmış. Tuncer’in görüşleri özetle şöyle:
1) Uygulanan program ne denli yerinde olursa olsun, kurdaki ve faizdeki gelişmeler programı başarısız kılıyor,
2) 2002 bütçesinde (Keynesgil biçimde) açığı artıracak politikalar böylesi bir ortamda daha tehlikeli olacak, yükselmekte olan enflasyonu büsbütün azdıracaktır,
3) Kur politikasında böylesi bir ortamda belirleyici olmak çok zordur. MB tüm rezervlerini bile yitirebilir.
4) Ancak üretimde ciddi sorunlar da belli yöntemlerle giderilmelidir. Bunun da görünen tek yolu para ve kredi politikalarında üretilecek çözümlerdir,
5) Her şeye rağmen, siyasal güven (bu da ancak değişimle olabilir) sağlanmadan gerçek bir çözüm sağlanamaz.
Tuncer bize göre içinde bulunduğumuz durumu tek makaleyle mükemmel biçimde özetlemiş. İstikrar programları sadece ekonomik reçetelerle başarı kazanmaz. Toplumun o programa destek vermesi için siyasal saygınlığın (kredibilite) bulunması gerekir.
Dün Sabah yazarlarından Prof. A. Savaş Akat da hükümetin birçok önemli reformu başardığını, bunun da göz ardı edilmemesi gerektiğini yazmış. Akat’ın bu konudaki saptaması doğru olsa bile, vatandaşlarımızın hükümete güveninin kalmamasının nedenlerini açıklamıyor.
Bize göre güvensizlik çeşitli nedenlerden oluşuyor;
1) Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile, ve hükümetin bir kanadının Ordu ile gerginlikleri, hatta kavgaları toplumda müthiş bir güvensizlik yarattı,
2) İkili finansal krizin hükümet üzerinde yarattığı doğal yıpranmışlıklar oldu,
3) Başbakanın sağlığı konusunda çok fazla söylenti oluştu,
4) Bu hükümet yolsuzluklarla çok fazla suçlandı, yargıya düştü,
5) Kendi içlerinde çok fazla gerginlikler yaşandı,
6) Ekonominin patronu (özellikle TELEKOM krizinde) hırpalanmaya çalışıldı.
Evet, artık dikiş tutmuyor.
Vatandaş ekonominin geleceği hakkında güven duymayınca da, dayanıyor dövize. Açıkçası son zamanlarda vatandaşın döviz talebiyle siyasal güvensizlik arasında bire bir ilişki gözleniyor.
Geçtiğimiz yılda döviz kurundaki artışı frenleyen bir program izledik. Beklenti; vatandaşların dövizden TL’ye doğru sürekli bir eğilim göstermesiydi. Böylece faizler de sürekli düşecek ve iç borç kamburundan da kurtulacaktık. Oysa tam aksi oldu ve vatandaşlar sürekli döviz almaya devam ettiler. Belki 1999 yılının biraz altına bir artış gözlendi ama bu hep sürdü. Ta kasım krizine kadar. Kasım krizi sonrası yurtiçindeki döviz mevduatlarında bir çözülme gözlendi. Bunun iki nedeni olabilir: Birincisi, astronomik gecelik faizleri gören uyanık yurttaşlarımız nisana dek dövizlerini bozdurmuş olabilirler. İkincisi de daha uyanık yurttaşlarımız "İşler daha kötüye gidecek" diye kendilerini ziyaret eden yabancı bankaların yurtdışındaki merkezlerine paralarını kaçırmış olabilirler.. Her ikisi de yurtiçindeki döviz mevduatlarını eritmiş. Ancak bunlardan ikincisi çok vahim bir davranış tabii. Aşağıdaki şekilde gözlendiği üzere nisan ayına kadar "en az" 4 milyar dolar kadar döviz mevduatı yurtdışına kaçmış, nisan sonrası da vatandaşın döviz talebi artarak sürmüş.
Ancak döviz mevduatına TL bazında baktığımızda işler daha netleşiyor. (Bak. aşağıdaki grafik) Mart sonunda (her nedense !) kurlardaki değişim yavaşlasa da bu iki ay kadar sürdü.
Daha sonra TELEKOM kriziyle beraber yeni bir risk dalgası geldi. (ikinci gri ok). Sonra tam işler, gecikmiş olarak, düzeliyordu ki, 11 Eylül faciası oldu ve düşmekte olan döviz talebi yeniden canlandı. Özetle görünen şudur: Kasım krizi dövize pek talep getirmemiştir. Ancak şubattaki Köşk ve hazirandaki TELEKOM krizleri (ki her ikisi de siyasi niteliklidir) vatandaşta müthiş bir döviz talebi yaratmıştır, kur da yukarı gitmiştir.
Özetle, sorunlarımızı çözmek istiyorsak dikkatlerimizi ekonomik reçeteye değil, siyasal güvene doğru vermeliyiz.

Önce yanıtlayalım, sonra açıklayalım. Rahmetli babam "bir insanın kendisine yaptığı kötülüğü yedi düvel bir araya gelse beceremez" derdi. Ülkeler de böyle. Bizim bize yaptığımızı, IMF yapmaz, yapamaz. Ancak IMF de elbette ciddi hatalar yapabilir. (Ve çoğunlukla da yapmaktadır.)
Kasım krizinin oluşumunu geçen yazımızda belirtmiştik. Para otoritesinin bir bankanın aşırı bono riskleri almasına kayıtsız kalması ve diğer bankalar tarafından sıkıştırılınca da seyirci kalması. Demek ki ortada iki hata var. Birincisi, kayıtsızlık, diğeri de seyirci kalma. Yani kendi yaptığı hatayı bertaraf edememek. (Başkan Serdengeçti "Yahu hiç mi bankanın kabahati yok" diyebilir. Ancak o bankalar zaten yüksek faizlerle cezayı yemiş olacaklardı). Bu işin tetikleme tarafı. Ancak asıl yapısal taraf kamu bankalarının görev zararlarıydı. Üstelik cari açık sorunu bir süredir göz ardı ediliyordu. Her ikisi de para otoritesinin sıkıntıya sokuyordu. Gerçi demokratik bir ülkede bürokrasi sorumlu tutulamaz. Sorumluluk siyasi iradededir. (Yeter ki o kurum özerk olmasın)
Bize göre kasım krizinde yapılacaklar belliydi. Bulaşıcı (contagious) dediğimiz bankanın bir kenara ayrılması, gereken miktardaki likiditenin (piyasaya değil) o bankaya gereken süreyle (gecelik değil) verilmesi.
Demekki;
1) Hangi bankaya verileceği belli olacak,
2) O bankanın faaliyetlerine belli sınırlamalar getirilecek,
3) O bankaya likidite verilecek ama bu yeterli miktarda verilecek ve
4) Yeterli süreyle verilecek.
Evet, likidite verildiğinde gerçekten kur üzerindeki baskı artabilirdi. Hatta para otoritesi kuru kontrol etmek için ciddi miktarlarda rezerv kaybına uğrayabilirdi. IMF teknik olarak buraya kadar haklıydı. Ancak bankalararası likidite sisteminde bir kilitlenme söz konusuydu. Bunu açmak MB’nın göreviydi. Elbette böylesi bir olasılığın IMF tarafından önceden tahmin edilerek ek rezerv kolaylığının standby anlaşmasına otomatik bir önlem olarak konulması, kasım krizini iki-üç günde atlatmayı sağlardı. Ancak nerede o bürokrasi, nerede o IMF!
IMF "piyasaya likidite vermeyeceksin" diye direnince, "belli bir süreyle bulaşıcı bankalara likidite verilmesi" önlemi alınamadı. IMF’ye göre bu bir dövize hücumdu. Oysa bize göre bu bir bankacılık kriziydi. Temel sorun kamu bankalarından kaynaklanıyordu. Yapılacak operasyon da geçici olarak sistemi rahatlatacaktı. Kamu bankaları rehabilite edilmeden zaten kura dayalı istikrar programı olanaksızdı. Oysa IMF bu kumarı Türkiye’ye oynatmıştı. Pekiyi siyasiler bunun farkında mıydı? Hayır. Bürokrasi cesur ve bilinçli davranabildi mi? Hayır. Biz ekonomist bilim adamları (diğerleri mazur görülebilir) zamanında uyarabildik mi? Hayır. İşadamları programa hiç uyum gösterdiler mi? Hayır. (Açıkcası, fakir fukara hariç sorumlu çok!)
Şubat krizine gelince. Onun sorumlusu tek: Zirvedekiler! Bugün yaşadığımız sıkıntının altında da o yatıyor. Dünyanın neresinde Cumhurbaşkanı ile Başbakan aleni ve o denli sert tartışır? Tartışmadan da öte, bunu kavga derecesine vardırır? Bunu bir krizden öte kaosa dönüştürür? Hele bir krizin ortamı tam olarak dinmemişken. Başbakana ve hükümete bir türlü güven aşısı tutturulamamasının nedeni de bu. (Ve tabii yolsuzluklar) Son elli yılın en önemli reformlarını yapan bu hükümet artık güvenini kazanamıyor. Bu nedenle ekonomi yönetimi ne denli iyi niyetli çabalarsa çabalasın dikiş tutturamıyor.
Özetle, geçtiğimiz krizlerin bir çok yapısal etmeni ve göstergesi gözleniyordu. IMF yanlış yaptırdı. Doğru. Pekiyi kime yaptırdı? Bize!... Eh! rahmetli babam da yine rahmet istedi. (Nur içinde yatsın.)