İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

160 yıllık yenilenme

Zenta Savaşı’nda Osmanlı ordusu 20 bin şehit verdi.


1697’deki Zenta bozgunu Osmanlı’daki gerilemenin, 1855’teki Sivastopol kuşatması ise dirilişin tarihidir


11 Eylül tarihimizde iki önemli olaya işaret eder. Birincisi; 1697 yılı 11 Eylül’ünde Avusturya-Almanya kuvvetlerine komuta eden genç Fransız asilzadesi ve daha evvel Fransa hizmetinde bulunan Prens Eugene de Savoy’un bu defa Avusturya büyük dükası ve Alman imparatoru Leopold’un hizmetine girerek Türklere karşı bütün Avusturya tarihinin en önemli zaferini, Zenta’yı kazanmasıdır. Tuna ve Tisza ırmaklarının kesiştiği köşedeki Zenta bugün Sırbistan’da bulunuyor. Ahalinin çoğunluğu Macar, belediye reisi Macar ve Zenta Sırbistan’daki Macar etnik grubu renklerini taşıyan bir bölge.
1683’teki Viyana bozgununu izleyen bu meşum yılda II. Mustafa bizzat sefere gitmişti. Savaş lehimize gibiydi. II. Mustafa bir hata yaptı, topçu kuvvetleri ve ağırlıkları öncü olarak nehrin öte tarafına geçirdi, dolayısıyla hafif silahlarıyla düşman ordusunun kıskacında kalan piyade o yerin ani hücumuyla imha edildi. Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın tarihinde tasvir edilir; ordu 20 bin kadar şehit verdi. Bunun sonu Karlofça barışına gitmekti. Öyle de oldu ve Osmanlılar Avrupa’da ilk gerilemeyi yaşadılar.
1855 yılının 11 Eylül’ünde ise reform geçiren Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya kafa tutmuş; İngiltere’yi, Fransa’yı ve hatta Piedmont krallığını yani İtalya’nın nüvesini yanına alabilmiştir. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı desteklemek niyetindeydi. Resmi çevrelerin dışında hiç kimse Türkiye’nin bu sorunu ile ilgili değildi. Ta ki Türkiye 1848 Macar ihtilalinde birbirine destek olan Polonyalı ve Macar ordularının Rusya ve Avusturya karşısında yenilmesi sonucunda topraklarına iltica eden mültecileri himayesine alana kadar. İngiltere ve Fransa kamuoyu bir anda Türkiye’nin lehine döndü. Avusturya ve Almanya muhiti ise Türk taraftarı bir davranış göstermedi.
Tanzimat döneminin büyük diplomat devlet adamları başarıyla manevralarını yürüttüler. İngiltere’nin, Prens Mençikof’un tehditkar ziyaretine karşı Babıali’yi tutması bir yana, Büyük Reşit Paşa ustalıklı manevralarla III. Napolyon Fransası’nı da yanına aldı. Bunun sonucunda Kırım Savaşı’na katılan Fransa zorlu geçen savaş ve kayıpları nedeniyle Türkiye’ye ve “kendisini aldattı” dediği koca Reşit Paşa’ya uzun zaman düşman kalmıştır.
Bütün bunlara rağmen Türkiye’ye sığınan Polonyalı ve Macar mülteciler ordunun ıslahına hayli faydalı oldular. Kont Çaykovski yani Müslüman adıyla Sadık Paşa’nın kurduğu Kazak alayları bu etkili düzenlemelerden biridir; Hıristiyan ve Müslüman askerlerden oluşuyordu.

Dış borçların nedeni Rusya ile savaşlardı
11 Eylül’de Sivastopol’un (yani Akyar) düşüşü Rusya tarihinde bütün cemiyet hayatı açısından çok mühimdir. Evvela demiryolu sisteminin noksanlığı dolayısıyla Kırım’a iaşe ve asker yetiştirilemedi. Modern Avrupa ve hatta modernleşen Osmanlı orduları karşısında Rus askeri yapısının ve komutanlığının gerilediği ortaya çıktı. Tolstoy gibi ünlü yazarların kaleminde bu feci yapıyı görmek mümkündür.
Her şeye rağmen müttefikler Kırım’da çok kan kaybettiler. İngiliz asker sevkiyatının merkezi olan İstanbul’da ünlü Selimiye kışlası bu dönemde bir hastaneye dönüştü. Ne de olsa Rusya’ya karşı kendileri yanında savaşan Avrupalı askerlerin verdikleri kayıplar, Türk kamuoyunda Avrupa halkına karşı bir sempati yarattı. 19. yüzyıl batılılaşmasında bu dönüm noktası teşkil eden bir atmosferdir.
Savaşa son veren 1856 Paris Antlaşması ile müttefik kuvvetler işgal ettikleri Sivastopol ve Kırım yarımadasının diğer şehirlerinden çekildiler. Bu çekilme hazin oldu. Müttefik kuvvetleri destekleyen Kırım’ın Müslümanları ve Yahudileri savaştan sonra bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.
Kırım Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu büyük Avrupa devletlerinden biri oldu. Türkiye’nin Concert European (Avrupa Birliği) içinde yer alışı bu olayla mümkün oldu. Ama aynı zamanda deniz aşırı modern silahlarla yapılan bir savaşa girmemiz Osmanlı maliyesini çok ağır yük altına soktu ve ilk önemli borçlanma da bu sayede oldu. Dış borçların nedeni yapılan birkaç saraydan çok, daima Rusya’ya karşı yapılan bu savaşlardır.
Kırım Savaşı ile Türkiye’nin içtimai bünyesinden kırsal alanlara kadar hissedilen bir Avrupa ittifakı ve siyasi bir Batılılaşma olayı görülmüştü. Zenta savaşında yenilgi ve Sivastopol zaferi arasındaki 160 yıl eski Osmanlı’nın çöküşü ve yeni dünyaya intibak ederek yenilenme ve dirilmesinin tarihidir.


Türkler değişiyor, ordu da değişiyor

Bu yıl 30 Ağustos’ta devir teslim törenleri ve Deniz Harp Okulu’nun mezuniyet törenini izleyebildim. Ankara’da Hipodrom’da 30 Ağustos kutlama törenlerinde bulundum. En son 11 yaşındayken seyretmiştim. Demek ki 50 yılı geçmiş. Çok fark var tabii.
O zaman geçen askerin üniforması bile tören için çıkarılan yardım malzemesiydi. Şimdi ise geçit töreni bambaşkaydı. Silahların çoğu yerli üretim. Türkiye’de kendini yenileyen kurum ordudur;
sadece silah ve malzemeyi değil, insan yapısını da...
Bugünün subayları lisan biliyor, hatta bazen iki tane. Eğitimlerine devam ediyorlar, yüksek lisans ve doktora yapıyorlar, bedenlerine dikkat ediyorlar, spor yapıyorlar. Genelkurmay Başkanı’nın verdiği resepsiyonda bu görülüyordu. Askeri mehafildeki başka toplantılarda da görülüyor. Eşleriyle birlikte giyim-kuşamda sivil kıyafette bile farklılık var. Konuşulan konular, strateji ve politikadan bahsederken kullanılan terminolojide devamlı eğitimin izleri görülüyor.
Oramiral Metin Ataç paşa bu yıl emekliye ayrıldı, yerini Oramiral Eşref Uğur Yiğit paşaya devretti. Devir-teslim töreninde bir filozofun ve kendini bile mizah konusu yapabilen ustanın üslubuyla veda konuşmasını yaptı. Hayatına ve mesleğine saygısı belliydi ve bunun da nedenlerini iyi vurguladı. Resepsiyonda bir ara orkestrada onu da gördük, müthiş bateri çalıyor. Metin Ataç paşanın komutanlığı sırasında Deniz Kuvvetleri’nde müzelerde ve arşivlerde artış ve düzenlemeler oldu. Tarih yayınları ve seminerlerinde patlama gözlendi.
Deniz Harp Okulu’nun mezuniyet töreni görkemliydi. Bayan teğmenler yarışa girmiş, belli ki yarışta dereceye girmişler; törenin bitişinde Türklerin askerliğinin esası ortaya çıktı. Onlar eteklik ve yarım topuklularıyla (tören üniforması öyle) erkek sınıf arkadaşlarının arasında düzeni hiç aksatmadan yalın kılıç saldırdılar ve kılıç şakırdattılar. Asya’nın bozkırlarından beri değişmeyen özelliği, denizciler dahi 900 senedir su üzerinde olsalar da muhafaza ediyorlar. Türkler değişen bir toplum. Orduları zamana ve zemine daha çabuk uyuyor. Kim derdi ki genç subayların diploma töreni Nazım Hikmet’in dizeleriyle süslenecek ve onun yanında da Yahya Kemal’in dizeleri okunacak.
Biz askerleri de, mühendisleri de, tıp çevrelerini de, diplomatları da yeterince incelemiyoruz. Bu toplumun tökezleyen yanları var, hem de çok... Ama gelişen, yüz ağartan umut veren zümreleri ve yanlarını da görmeliyiz.


Sarayda kenevir ekimi
Topkapı Sarayı müzemizde 200’ü aşkın güvenlik görevlisi vardır. Şefleri Mehmet Aydın beydir. İçlerinde mükemmel insanlar olduğu gibi ortalama kabiliyettekiler, görevi kaytarmaya eğilimi olanlar, sorun çıkartanlar da bulunur. Genelde kalabalık zamanlarda ziyaretçiler kurallara uymazlar, bu nedenle bazı ufak tefek tatsızlıklar da yaşanır. İçlerinde umulmadık derecede bilgililer olduğu gibi, hiçbir işe gönülden bağlanamayan da bulunur. Bu memleketimizin umumi kaderidir. Bizde “iş yoktur” sözünden çok “işçi yoktur” sözü daha doğrudur.
Maalesef şu günlerde bir güvenlik görevlisinin sarayın tenha köşesinde Hint keneviri ektiği doğrudur. Bir bahçıvan ve güvenlik şefi tarafından tespit edilmiştir, emekli edilmiştir. Dava savcılıktadır.
Bu safhada müzenin içindeki tanıdıklarından veya adliyeden haber toplayan Ömer Erbil bu olayı da gazete sütununa aksettirmiştir. Hakkıdır, görevidir. Benimle de konuşmuştur ve yaşına ve aldığı gazetecilik ödülüne yakışmayan bir gazetecilik örneği vermiştir. “Off the record” dediğimiz ve aynı gazetede yazmamdan kaynaklanan dostane konuşmaları yeni yetme bir muhabirin sorumsuzluğuyla nakletmiştir.
Fakat maalesef artık duyduklarını hafızasına doğru kaydedecek yaşı geçtiğinden olacak, yanlış yapıştırmalarla nakletmektedir. Mesela Telekom’dan gelenlere “ayaktakımı” tabirini yakıştırıyor. Bu iki cümle ayrı yerde kullanılmıştır. Birbiriyle alakası yoktur. İkincisi, 2007 yılındaki bir hırsızlıktan bahsediyor. O vaka 2005 yılına aittir. Üç tane çini çalındığından söz ediyor. O üç çini 2005 yılında mayısta yıkılan Fil duvarının molozları arasından çıkan mayolikaları yani İtalyan adi fayanslarının kırıntılarını birisinin toplayıp götürmesi ve yakalanması olayıdır. O birisi beraat etmiştir, beraat edene hırsız veya katil denmez. Bunları öğrenmesi gerekir. Asıl önemlisi ise; sanat tarihi ve arkeoloji okuduğunu sandığımız Ömer bey kardeşimizin İtalyan mayolikasının çini olmadığını ezberlemiş olması gerektiğidir.
Yaa Ömer bey, “Topkapı Sarayı’nda hayalet” haberleri vermeye benzemiyor bu işler; ama çelebi böyle olur bizde müze muhabirliği dediğin...