Koca Ragıp Paşa aydın bir yönetici, bilinen bir şairdi. Bu memlekete kütüphane kurumunu o sokmuştur. Bu yıl onun ölümünün 250’nci yıldönümü ama hiçbir kutlama faaliyeti görüyor musunuz?
Menderes imarından sonra Ordu Caddesi manasız bir biçimde yükseltildi, Marmara cihetindeki binaların birçoğu ve bu arada paşamızın kütübhane ve mezarı bulunan hazire yer seviyesinin altına düşürüldü.
Türkiye’de anılacak tarihi kişilikler ve olaylar listesi kesinlik kazanmış değildir. Çok kere UNESCO gibi uluslararası kültür kuruluşuna vereceğimiz isimlerde bile sürekli bir tarama yapılıp bilhassa bu gibi uluslararası portrelerin ilgili devletler ve ulusların tarih ve kültürüyle bağı açıklıkla tespit edilip ortak bir politika tespitine ve çalışmasına girilmediği görülür. Son 20 yılda bu konuda Türkiye daha etkin. Nedenlerin başında galiba Pakistan’ın ve Orta Asya kardeş cumhuriyetlerimizin daha etkin müdahale ve işbirliği teklifi de rol oynamaktadır.
Çağın problemi olan prostattan vefat etti
Yurt içinde ise birçok önemli portrenin ve olayın geçiştirildiği oluyor. Maalesef 18’inci yüzyılın reformatör ve aydın devlet adamı Koca Ragıp Paşa bunlardan biridir. Elimizdeki bilgiye göre ki bu konuda yanlış kayıt ihtimali azdır; büyük sadrazamı 1699’da doğmuştur. Yani Viyana muhasarasını izleyen 16 yıllık uzun savaşların sona erdiği ve devletin Avrupa devletleriyle yeni bir diplomatik ilişkiler çağına girdiği Karlofça Antlaşması yılında... Bu ilginç bir tesadüftür. 18’inci yüzyılın bu kudretli veziri aynı zamanda Osmanlı 18’inci yüzyılın güçlü bir diplomatıdır. Dolayısıyla Mustafa Reşit Paşa’nın kendi takımıyla Osmanlı diplomatları ekolünü kurmasından evvel Koca Ragıp Paşa reisülküttab ve 18’inci yüzyılın Avusturya, Rusya ve İran gibi çekiştiğimiz devletleriyle önemli diplomatik görüşmeler yapan devlet adamı olmuştur.
Koca Ragıp Paşa aydın bir yöneticidir. Bilgisi sadece Arapça ve Farsça’ya dayalı klasik Osmanlı kültür alanına değil, Batı’nın aydınlanma çağına da dayanır. Okunan bir şairdir. Osmanlı yazışma dilinde yeni bir çağ açmıştır. Bu memlekete kütüphane kurumunu o sokmuştur. (Ondan evvel kütüphane özel kitaplıktı) Asıl önemlisi yeni bir toplumsal yaşam üslûbunu getiren kişi olmuştur. 8 Nisan 1763’te o çağın tıbbı için büyük problem olan prostat hastalığından vefat etmiştir.
Bu yıl tamam 250’nci yıldönümü ama hiçbir kutlama faaliyeti görüyor musunuz? Çağdaş Türkiye, Koca Ragıp Paşa’ya saygısını nasıl gösterdi derseniz; Laleli’deki kütüphane ve külliyeyi sırf zamanın başvekilinin etrafındaki kendi reklamını yapmak isteyen mimarların gayretiyle yol yükseltilip adeta çukura gömerek...
Devir diplomasi asrıydı
1950’den evvel doğup İstanbul’da yaşayanlar bilirler, hatta Tarih Vakfı İstanbul Ansiklopedisi’nin ilk reklam broşüründe de fotoğraf vardı; Koca Ragıp Paşa kütüphanesinin önünde durup şehrin batısına baktığınızda ahşab yeşillik ve kargir yığma binalardan oluşan nefis suriçi İstanbul adeta sıcak bir mahalle gibi gönlünüzü sarardı. Menderes imarından sonra Ordu Caddesi manasız bir biçimde yükseltildi, Marmara cihetindeki binaların birçoğu ve bu arada paşamızın kütübhane ve mezarı bulunan hazire yer seviyesinin altına düşürüldü. Daha yukarıda Beyazıt’a doğru Şimkeşhane’nin yarısı gitti. Dönemin bazı işgüzarları; “Efendim daha bunların etrafından nice mezbele binalar var, onlar niye yıkılmıyor ki?” diye yazılar yazdılar. Estetiğin kuralları ve koordinatları matematikteki gibi değildir.
Bugünün insanın hasretle seyrettiği 17’nci, 18’inci yüzyıl eserlerinden 1950’lerin İstanbullusu nefret ederdi. Kitlenin her nefretini veya hayranlığını düstur-u amal olarak alamayız.
Ragıp Paşa evdeki tahsilinden sonra bürokrat bir babanın oğlu olarak defterhaneye gönderilmiş, maliye silkinde göreve başlamıştır. Revan’daki ikinci tahririni o yapmıştır. 1721 yılında genç yaşta yaptığı bu önemli görevden sonra Hemedan’ın tahririnde memur olmuştur. Maliye silkinde fevkalade bilgi ve maharet sahibi olan paşanın bir müddet sonra 1736’da İshakçı’da Rusya Seferi’ne memur olduğu ve maliyeden reisülküttab ofisine, bürokrasinin bütün incelik ve usullerine ustalıkla sahip olduğu anlaşılıyor. Türkiye 18’inci yüzyılda devamlı olarak Rusya ve Avusturya ile savaşıyordu. İran’la da problemler tükenmiş değildi. Devir diplomasi asrıydı. Ragıp Efendi’nin İranlılar, Avusturyalılar ve Ruslar ile yürüttüğü diplomatik görüşmelerdeki maharetiyse herkesi hayran bırakmaktaydı. 1757 yılında bizzat Sadrazam Bahir Mustafa Paşa onu padişaha methederek sadrazam tayin edilmesine vesile oldu. 1757’den ölümüne kadar altı yıl sadrazamlık yaptı. 1739 Belgrad Barışı’yla Avusturya ve Rusya’dan elde barışı sadareti boyunca ustalıkla korudu. Türkiye, İmparatorluğu’nun modernleşmesi için en uygun zamanı ve ortamı bulmuştu. Daha evvel kurulan Bahriye ve Berriye (Kara ve Deniz) mühendishaneleri asıl onun devrinde işlerlik kazandı ve değerli savaş mühendisleri yetiştirdi. Tersane ve Tophane’yi ıslah etti. Padişah II. Mustafa sanata ve ilme meraklıydı. Sadrazamıyla bu konuda ortak bir davranış içindeydi.
Toplum önderiydi
Paşanın klasik Osmanlı adamından farkları vardı. Bizzat Ebu İshakzadelerden gelen şaire, Fitnat Hanım’la yakın görüşme ve dostluğu dahi hakkında bazı dedikoduların çıkmasına neden olsa da, ne o ne de Fitnat Hanım aldırış etmemişlerdir. 18. yüzyılın İstanbul’u başka bir ortamdı.
Halk arasında dolaşan ocakbaşı masalları ve Tayyarzade gibi meddah hikayeleri dahi değişik bir havaya sahipti. Bir müddettir terkedilen ciddi matematik, kozmografya ve tıb bilgilerine yeniden dönüş başlamıştı. Hatta Galata’nın sabık kadısı Mehmed Esad Efendi bile bildiği adalı Rumcasının üzerine ciddi Latince öğrenmişti. Nefiyoğlu, Hezarfen Hüseyin Efendi gibileri Latin-Yunan tarihlerini tetkik ediyorlar, Mavrokordato kardeşler ile bir grup oluşturuyorlardı. Paşa tam devrinin adamı, devlet büyüğü ve toplum önderiydi. Orduda yaptığı reformlarla zor zamanlar yaşayan Osmanlı’yı 18’nci yüzyılın dar köprüsünden geçiriyordu. Kütüphane ve okullarda adı yaşayan, kimselerin pek dikkat etmediği Koca Ragıp Paşa’yı anmak ve Ispartalı Hamit Paşa gibi diğer reformcu sadrazamlarla birlikte düşünmek durumundayız.
Kitabın bibliyografyası da devamlı okuma yapanlara epey yararlı olacaktır.
“Osmanlı’dan Önce Selçuklular Vardı”
Türkiye’nin Türkleşmesi bir süreçtir, eski dünyada bugünkü etnik yapısı en geç oluşan ülkelerin başında bizimki gelir. Üstelik bu toprakta Türkler gelmeden önce de homojen bir yapı yoktu. Batı’dan Doğu’ya Helenler başta olmak üzere çeşitli kavimler vardı; Ermeniler, Gürcüler, Sami ırktan Aramiler, Ari ırktan Kürtler vs... Daha küçük kentsel ve bölgesel azınlıklar da vardı. Mezopotomya’nın Yahudileri, Bizans’tan kalma Romanyot
denen Yahudiler gibi... Çok kısa zamanda Türkler sayıca ve nüfusça bütün bölgelere hem kentlerde, hem kırsal bölgede ve hatta yarıgöçebelerin yaşadığı mıntıkalarda hükmettiler.
Türkiye Selçukluları tarihin ilginç bir oluşumudur. Askeri yapılarını anayurtlarından taşıdılar. Devlet sistemlerinde ve kentte İran medeniyetinin kaçınılmaz izleri görülür. Hem daha önce İran’da hem de Anadolu kıtasında Müslüman bir kitle olarak göze çarptılar. Bu onların kendi
gibi Müslüman ülkesi olan İran’da başka, Anadolu’da da daha başka boyutlarda ilişkilere sahip olmasını ortaya çıkardı. 12 ve 13’üncü yüzyılın büyük olayı Haçlı Seferleri’ne önce onlar direndiler. Memlukların aksine Moğol istilasını ise bertaraf edemediler. Lakin siyasi, kültürel hayatlarını İran ve Orta Asya ve bugünkü Mezopotamya’nın aksine fazla yıkılıp dağılmadan koruyabildiler. Osmanlı’dan önce Türkiye’yi Selçuklular kurdu. Claude Cahen, Osman Turan gibi klasikleşen tarihçilerin yanında daha popüler bir üslupla kaleme alınan, Mehmet Ersan ve Mustafa Alican’ın kaleme aldığı “Osmanlı’dan Önce Onlar Vardı: Türkiye Selçukluları” kitabı var. Hem siyasi tarih bölümüne hem de kurumlar tarihine bakmakta yarar var. Üstelik bibliyografyası da devamlı okuma yapanlara yararlı olacaktır.