Geçen hafta Büyük Konstantin üzerine bir sempozyum için Sardinya’nın Sassari Üniversitesi’ndeydim. Burası 24 bin kilometreyi aşkın yüzölçümüyle bütün Akdeniz’in Sicilya’dan sonraki ikinci büyük adası ve üzerinde sadece 2 milyon kadar bir nüfus yaşıyor. Kıyılar, yüksek kayalarla ve falezlerle dolu ve mağaralarıyla meşhur
Sardinya Adası rüzgarlarıyla meşhur. Ama bu mevsim sıcak olduğu için kurutma makinesi gibi bir hava vardı.
eçen hafta perşembe ve cuma günleri Sardinya’da Sassari Üniversitesi’nin tertibiyle Büyük Konstantin üzerine bir sempozyum yapıldı. Tebliğler ilginçti. Malum; İstanbul’da iskân ve yapılaşma imparator Konstantin’le başlamadı ama ne de olsa kurucu hükümdar sayılıyor. Şehir bugünlere kadar onun adını taşıdı. Osmanlı’da da resmi kayıtlar 20’nci yüzyıl başına dek “Konstantiniyye” diye giderdi. Konstantin hâlâ menkıbeyle tarihçiliğin atbaşı gittiği, aşırı eleştirel tarihçi değerlendirmesiyle imana yatkın bir portre çiziminin birlikte gittiği bir alan. Toplantıda da bunu görmek mümkündü.
Toplantı bittiği gün Sedilo adındaki yere, bütün adada, Konstantin için yapılan tek kilisenin etrafındaki at yarışlarına gittik. Sardinya adası rüzgarlarıyla meşhur. Ama bu mevsim sıcak olduğu için kurutma makinesi gibi bir havada at yarışı seyredildi. Şayet çok profesyonel değillerse İtalyanların güzel atlarına usta süvari olduklarını söylemek bence güç. Ama anane bütün canlılığıyla devam ediyor. Kalabalığın içinde önemli sayıda milli kıyafetleriyle gelen kadın ve erkek vardı. Üstelik bu kıyafetlerin içinde yüzyıllarca en pahalı zanaatları (gümüş telkari gibi) yaşatanlar büyüleyiciydi. İnsan toplum için geleneğin ne kadar önemli olduğunu böyle yerlerde anlıyor. Maalesef Türkiye’nin kasabaları, köyleri ve tabii şehirleri geleneği silkeledi, attı. Hiç Tanzimat’a ve Cumhuriyet’e dil uzatmayın; ananeyi hayatımızdan sessizce çıkaranlar son 30 yılın muhafazakar hükümetleridir. Para ve görgüsüzlük geleneğin güzelliğini götürdü.
İtalyan siyasetinin genel kalıpları Sardinya için pek geçerli değil derler
Sardinya 24 bin kilometreyi aşkın yüzölçümüyle bütün Akdeniz’in Sicilya’dan sonraki ikinci büyük adası ve üzerinde sadece 2 milyon kadar bir nüfus yaşıyor. Kıyılar, yüksek kayalarla ve falezlerle dolu, mağaralarıyla meşhur. Lakin Sardinyalılar uzun kıyıları değil, dağların nispeten daha serin havasını ve emniyetli yapısını tercih etmiş. Bu kadar az nüfusun içinde Latince’yi en çok barındıran bir İtalyanca ve Alghero gibi bölgelerde de Katalanca konuşuluyor; sokak isimleri iki dilde. Adanın en eski ahalisi Nuragiler. Sardinya üzerindeki ilk emperyalist kolonizatör Kartacalılara olduğu gibi, Romalılara da 800 yıl boyu pek itaatkar davranmamışlar. Sardinyalılar bugün de, 1355’ten itibaren İspanya’nın idaresindeler. Adadaki üniversiteler bu devirde kuruldu. Veraset savaşlarından sonra 1714’te Avusturya’ya geçti. İlginç; Avusturya ve Piyemonte Krallığı, Sicilya ile Sardinya’yı değiştirdiler. Sardinya, Piyemonte için merkezi bir krallık oldu. İstanbul’daki Sardinya sefareti ki bugünkü İtalya Kültür evidir, İtalya’nın temsil edildiği ilk binaydı; ondan evvel İtalya, Venedikliler sayesinde Venedik Sarayı’nda kendini ispat etmiştir (Palazzo Venezia,
Tomtom Kaptan sokağı).
1861’de Piyemonte Krallığı iki İtalya’yı birleştirince Sardinya da Birleşik İtalya’ya girdi. Ne var ki bugün Avrupa Birliği’nin getirdiği federatif sistemi benimseyenlerin başında geliyor. Sardinya adeta Kıbrıs Adası’nın özelliklerini taşıyor. Bitki ve hayvan örtüsünün bile benzerliğini söylerler. Her köşesinde kendine özgü bir lehçe var.
Tarihi boyunca Sardinya adasının zengin mi, fakir mi olduğu tartışılır. Misafirperver bir halk olduğu açık. Siyaseti de kendi içlerinde yaptıkları bilinir. İtalyan siyasetinin genel kalıpları Sardinya için pek geçerli değil derler. Bizzat Gramsci gibi özgün bir komünistin çıktığı çevre olduğunu bilmek yeter. Her yerde olan haydutluk ve suç örgütleri
bile İtalya’nın öbür taraflarından daha farklıymış. Bilim ve sanat alanında da daha özgün yapılanması var.
Sardinyalılar klasik Roma mirasından çok adanın en eski sakinleri dilleri bilinmeyen Nuragiler’in mirasıyla övünüyor. Sardinya’yı bir kere görmeye ve yazın sıcağında bile soğuk olan
berrak sularında yüzmeye değer.
Yalnız dikkat etmek lazım, zira Sardinya kıyıları her zaman rüzgarlıdır.
Osmanlı ordusunun modernleşmesi
Osmanlı, Batı’ya uzanan Türkler ve Müslümanlar demektir; bu nedenle Osmanlılar kuruluşundan itibaren önemli teknik gelişmelere uyum sağlamak durumundaydı. Bu sürecin yeterince incelenmesi bir yana, incelenenlerin geniş kitlelere öğretildiği dahi su götürür. Batılılaşma Türk toplumunda
bir felsefi, hukuki gereksinim olarak ortaya çıkmış değildir; doğrudan doğruya var olmak için 18’inci yüzyılın barok orduları çağında topçuluğu, süvariliği ve bunlara bağlı olarak mühendislik, hekimlik ve veterinerliği, ardından kimyagerlik ve eczacılığı, nihayet merkezi orduları besleyecek, bir merkeziyetçi maliye sistemini ve idari yenileşmeyi getirmiştir.
Umumi askerlik sorununu ele alıyor
Mesela topçuluk ve denizcilikteki yenilenmeler 18’inci yüzyılda başlamış değildir; başından beri Türk İmparatorluğu’nun bir özelliğidir. Yüzde 90’ı köylüler ve göçebelerden oluşan bir imparatorluk, çağdaş dünyadaki topçuluk ve denizcilikle yarışmak için küçümsenemez sayıda tersane ve tophane kurmuştur. Fatih’in Haliç’teki Taşkızak Tersanesi, Venedik’teki Arsenal’le boy ölçüşme iddiasındaydı. Sonraki asırlarda da bir hayli geliştirildi. Bugün bu alan marina, otel ve AVM gibi, projesi de henüz açıklanmayan yatırımların tehdidi altındadır. Oysa Venedik’teki tersaneye (Arsenal) böyle tesislerin kurulacağını tasavvur edebilir misiniz?
19’uncu asır ordu modernleşmesi önemli ölçüde bilgimizin dışındadır. III. Selim devrini ele alan Tuncay Zorlu’nun eseri (Innovation and Empire in Turkey: Sultan Selim III and Modernisation of the Ottoman Navy / Türkiye’de İnovasyon ve İmparatorluk: III. Selim ve Osmanlı Donanmasının Modernleşmesi) daha çok bahriyedeki teknik yenilenmeyi içerir. Yakında Türkçe’ye çevrilecek. Mühendislik açısından önemli bir katkıdır. Timaş’ın Dünya Savaş Tarihi serisinden çıkan, Osmanlı Askeri Tarihi’ni ele alan, editörlüğünü Gültekin Yıldız’ın yaptığı kitap (Osmanlı Askerî Tarihi / Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri) ise 1792-1918 arasında Osmanlı Ordusu’ndaki (kara, deniz, hava) yenilenmeleri ele alıyor. Türk Askeri Tarihi’nin tanınan isimlerinin kaleme aldığı metinleri zengin bir gravür, harita ve fotoğraflarla desteklediği görülüyor. Gültekin Yıldız’ın daha önceki çalışması (Neferin Adı Yok: Zorunlu Askerliğe Geçiş Sürecinde Osmanlı Devleti’nde Siyaset, Ordu ve Toplum) umumi askerlik ve seferberlik sorununu ele alıyordu. Bu çalışmalar gösteriyor ki Türkiye toplumunun modernleşme tarihi ve örgütlenmede çağdaşlaşma kalıplarını benimsemesi askeri yapı öncülüğünde olmuştur.
Şu sıralarda GATA’nın bir çalışması da Osmanlı Harp Tarihi’nde Askeri Tıbbiye’nin
ve hastanelerin rolünü ele almaktadır. Hiç şüphesiz ki IRCICA’nın bilim tarihi çalışmalarında müstakil bir başlık altında olmasa da doğa bilimleri
ve fen alanında ordunun payı kaçınılmaz olarak göze çarpmaktadır. Yerli ve yabancı, askeri tarih araştırmaları önyargıları ve yavan değerlendirmeleri süratle değiştirecek gibi gözüküyor. n