Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ne var ki, her iki ülkede de, piyasalardaki olumlu hava, oylarıyla Erdoğanı ve Lulayı iktidara taşıyan geniş seçmen kitlesine yeterince yansımadı. Brezilyada herkese üç öğün yemek sağlamayı hedefleyen "sıfır açlık" programı henüz yaygınlaşamadı, Lulayı "davaya ihanet"le suçlayıp partiden ayrılanlar bile oldu. Buna karşın geniş kitlenin Lulaya desteği sürüyor. Ancak Lula 2004te de geniş kitleye somut bir şeyler veremezse durum değişebilir. Türkiyede Tayyip Erdoğan ise seçmen karşısında ilk sınavı yerel seçimlerde verecek. Öyle görünüyor ki 2004 yılı her iki lider için de önemli. Türkiyede Tayyip Erdoğan ve Brezilyada kısaca Lula diye anılan Luis İnacio da Silvanın iktidardaki ilk yılları doldu. Daha önceki söylemleriyle IMF karşıtı politikalara yönelebileceği izlenimini veren her iki lider de tam tersine IMF ile iyi ilişkiler kurarak mali piyasaların güvenini kazanmaya öncelik veren, pragmatik bir yaklaşım sergiledi. Bu yaklaşım iyi sonuç verdi ve her iki ülkede de faizler geriledi, borcun ödenemeyeceği endişesi azaldı, borsa sıçradı. Türkiyede enflasyon düşerken % 5 dolayında bir büyüme de yakalandı, Lula ise bunu başaramadı, Brezilya ekonomisi ancak 2003ün son çeyreğinde büyüme kıpırtıları gösterebildi. Para mutluluk getiriyor mu? Ben de, belki okuduğum birkaç yazının da etkisiyle, para ile mutluluk arasındaki ilişkiye odaklandım son günlerde. Milli piyangonun trilyonluk ikramiyelerle "mutluluk" dağıttığı yılbaşı, para ile mutluluk arasındaki ilişkiyi düşünmek için ideal zamandı belki de. Para ve zenginlik mutluluk getiriyor muydu gerçekten? Mutluluk para ile satın alınabilir miydi? Ya da bunun bir ölçüsü var mıydı? Ne kadar para ne kadar mutluluk getirebilirdi? Mutluluğu tatmak için en az ne kadar para gerekliydi? Bir noktadan sonra zenginlik ile mutluluk arasındaki bağ kopuyor muydu? Hatta fazla paranın mutluluğu azaltması da söz konusu olabilir miydi? Refah düzeylerinin artması insanları daha mutlu mu ediyordu, yoksa bunun tersini de düşünmek mümkün müydü? Yılbaşı, günlük konuların ve alışkanlıkların dışına çıkıp daha geniş boyutta düşünmek, bir muhasebe yapmak için bir vesile olabiliyor. Yeni bir yılı karşılarken, geride kalan yılın nasıl geçtiğini de düşünmek ihtiyacını duyuyoruz çoğu kez. Hatta bunun da ötesine geçip, hayatın ve zamanın anlamını düşünmeye, dünyanın ve insanlığın geleceği gibi büyük konulara dalmaya heves edebiliyoruz. GELİR ve servet uçurumlarının alabildiğine derinleştiği bir dünyada bu tür sorulara cevap bulmak fevkalâde zor. Bir yanda Afrikada ortalama ömür beklentisi 40 yılı bile bulmayan, açlık sınırında AIDS gibi salgın hastalıklarla boğuşan milyonlarca insanın (buna yaşamak denirse) yaşadığını; diğer yanda ömür beklentisinin 80 yıla eriştiği Amerika ve Avrupada aşırı ve dengesiz beslenmeden kaynaklanan obezitenin ciddi bir sorun haline geldiğini biliyoruz. Çevreyi tehdit eden karbondioksit gazının % 25ini tek başına üreten ve "Ölesiye çalış, doymamacasına tüket" ilkesine dayalı modelini şimdi Iraka ve tüm dünyaya empoze etmeye kalkışan ABDnin rüyası gerçekleşse ne olacak? Herkes Amerikalıların gelir düzeyine erişip onlar kadar tüketmeye ve atık üretmeye başlasa dünyamız bunu taşıyabilecek mi?IMFnin eski başekonomisti Kenneth Rogoff, Foreign Policy dergisinin Ocak - Şubat 2004 sayısında yer alan ilginç yazısında olayın başka bir boyutuna değinerek şu düşündürücü soruları soruyor: Bugünün dünyasında zenginliğin ayrıcalığını yaşayan Amerikalılar, Avrupalılar, Japonlar, gelirlerin eşitlendiği ve ayrıcalıklarının kaybolduğu bir dünyada yaşamaktan hoşlanacaklar mı? Küreselleşmenin vaatleri gerçekleşir ve herkes aynı refah düzeyine erişirse böyle bir dünya nasıl yönetilebilir? Zengin ülkelerin insanları, henüz uzakta da olsa, böyle bir olasılığın sonuçlarını şimdiden hissettikleri için mi yoksul ülkelere yardım konusunda gönülsüz davranıyorlar? Korkutan uçurumlar THE PROGRESS PARADOX: How Life Gets Better While People Feel Worse (Gelişme Paradoksu: Hayat Koşulları İyileştikçe İnsanlar Kendilerini Daha Kötü Hissediyor) adlı kitabın yazarı Gregg Easterbrook ise (28 Aralık 2003 tarihli Sunday Times gazetesinde yer alan yazısında) paranın ve refahın mutluluk getirmediğini gösteren araştırmalardan örnekler veriyor. Bu araştırmaların, Amerika ve Avrupada "melankolik" tanısı konan insan sayısının refah artışına paralel olarak arttığını gösterdiğini belirten Easterbrook, zengin ülkelerde kendini depresyonda ve mutsuz hisseden insanların 100 yıl öncesine göre 10 kat daha fazla olduğuna dikkat çekiyor.HOLLANDAda yapılan bir araştırma ise gelir ile mutluluk artışı arasındaki doğrusal ilişkinin, kişinin harcayabileceği gelir yılda 10 bin doları aştığında koptuğunu ortaya koyuyormuş. Gelir düzeyi bunun üzerine çıktığında temel maddi ihtiyaçlarını karşılamış olan insanlar, para ile satın alınamayacak mutlulukların peşinde koşmaya başlıyormuş. Ayrıca, dünyada pek az kimseye nasip olan bir gelir ve refah düzeyine erişmiş olan insanlarda bu durumun sonsuza kadar süremeyeceği kanısı 11 Eylülden sonra iyice artmış, terör ve anarşinin bir gün kapılarını çalacağı korkusu yaygınlaşmış.ORTALAMA gelir düzeyi kişi başına 3,500 dolar dolayında olan Türkiye gibi bir ülkede, çoğunluğun geliri artarsa mutluluğu da artabilir gibi geliyor bana. Bu hedefe varmak için de Milli Piyango dışında bir yol bulsak iyi olacak galiba. oulagay@milliyet.com.tr Mutluluk sınırı 10.000 $ mı?