Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Türkiye kendi kriziyle uğraşırken dünyada olup bitenle fazla ilgilenmiyoruz ama dünya ekonomisindeki gelişmelerin bizim krizden çıkma sürecimizi etkilemesi kaçınılmaz. Örneğin Türkiye’nin umudunu ihracattaki sıçramaya, turizm gelirlerine ve dışarıdan gelecek sermayeye bağladığı bir ortamda dünya ekonomisinin resesyona girmesi, büyüme yerine daralma yaşaması bizi de olumsuz etkiler kuşkusuz.
Dünya ekonomisindeki gelişmeler ne yazık ki olumsuz bir seyir izliyor ve bir global resesyon olasılığının arttığını gösteriyor. Bu yılın ilk çeyreğinde ekonomisinde küçülme yaşayan Japonya’dan sonra yılın ikinci çeyreğinde ABD ve Almanya’nın da küçülmeyle karşılaşma olasılığı artıyor. Avrupa Birliği de büyüme hızı tahminlerini hızla aşağı çekiyor. Bu koşullarda Asya ve Latin Amerika ülkelerinin büyüme hızlarının yavaşlaması da kaçınılmaz görünüyor.

Gözler dolarda
Bu arada ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’in yarın faiz oranlarını altıncı kez düşürmesi beklenirken buna karşın ABD ekonomisinde beklenen canlanmanın yaşanmaması "ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu" iddialarına da yeni boyutlar kazandırıyor. Son haftalarda Amerikalı ihracatçıların da aşırı değerli dolardan yakınmaya başlamaları, doların nicedir beklenen düşüş sürecinin yakın gelecekte başlayabileceği söylentilerini yeniden artırdı. Bu düşüşün bir kez başladığı takdirde nerede duracağını tahmin etmek ise kolay değil.

Bizde bir köşe yazarı bir diğerinin yazısına, eleştiri nüansı da taşıyan bir üslupla değindiği zaman bu değinmenin düzeyli bir diyaloğa ve verimli bir fikir alışverişine dönüştüğüne ne yazık ki pek sık tanık olmuyoruz. Çoğu kez de tam tersi oluyor; olay yazışmanın taraflarının, ellerindeki bütün cephaneyi kullanarak birbirlerini yerden yere vurmaya çalıştığı bir atışmaya, düzeysiz bir sataşma yarışına dönüşüyor. Her iki taraf da kendini yüzde 100 haklı, muhatabını da yüzde 100 haksız gördüğü için elinden geleni ardına koymadan verip veriştiriyor. Böyle bir tartışmaya girmek istemiyorsanız yazısına değinmek ihtiyacı duyduğunuz kimsenin amacınızı doğru anlayacağına emin olmanız gerekiyor.

Eğilmez’le diyalog
Geçen haftaki yazımda, Mahfi Eğilmez’in, 12 Haziran tarihli Radikal’de yer alan "Aşağılık Kompleksi" başlıklı yazısına değinirken bu değinmenin verimli bir diyaloğa dönüşeceğine emindim. Dostum Eğilmez’in 21 Haziran tarihli yazısında verdiği cevap hiç de yanılmadığımı gösterdi. Aramızdaki diyalog aslında her ikimizin de Türkiye ekonomisinin içine düştüğü çıkmazı ve çıkmazdan çıkış yollarını değerlendirirken benzer görüşleri paylaştığımızı, ortak kaygılar duyduğumuzu gösterdi. Aramızdaki fark öne çıkardığımız kaygı boyutunun farklı olmasından kaynaklanıyordu.
Birkaç cümleyle özetlemek gerekirse Mahfi Eğilmez, yabancı kuruluşların ya da uzmanların, bizim sorunlarımızı tam olarak anlamadan yazdıkları hazır reçetelerin hiç sorgulanmadan benimsenmesinin, sonuçta bizim için zararlı sonuçlar vermesinden duyduğu kaygıyı öne çıkartıyordu. Ben ise onun bu kaygısını paylaşmakla birlikte, bu kaygıyı tek başına öne çıkarmanın, yaşadığımız sorunları bütünüyle "kötü niyetli yabancılar"a bağlayan çarpık anlayışa güç kazandırabileceği kaygısını taşıyordum.

Yabancıyı dövmeden
Benim şu dönemde bu kaygıyı öne çıkartmam, bizim kendi eksikliklerimizi kabul edip bunları giderme yoluna gitmeden bütün suçu yabancılara atmaya fevkalade yatkın olmamızdan kaynaklanıyor. Bu eğilimin daha da güçlendiği günümüzün ortamında, çözmemiz gereken asıl sorunun kendi içimizde olduğunu çok iyi bilen Mahfi Eğilmez gibi birinin "dış etki"yi öne çıkarmasının, içerideki yapısal reform çabalarını kösteklemek isteyenlere malzeme sağlayabileceği kaygısıyla dostum Eğilmez’in yazısına değinmek gereğini duydum.
Bu tartışmayı yeniden gündeme getirmemin nedeni ise Mahfi Eğilmez’le benim farklı kaygıları öne çıkartarak yola çıkmamıza karşın önemli bir ortak noktaya varmış olmamız. Sanırım her ikimiz de diyoruz ki, biz başkalarının bizim için yazdığı hazır reçetelere mahkum olmak istemiyorsak her türlü önyargıyı bir kenara bırakıp kendi durumumuzu bütün çıplaklığıyla ortaya koymak ve sorunlarımıza geçerli çözümler üretmek zorundayız. Ancak bunu yapabildiğimiz taktirde bize ithal reçete empoze etmek isteyenlerle ciddi bir müzakereye oturabilir ve kendi bünyemize uygun çözümleri onlara kabul ettirme şansını elde edebiliriz.

Hayal tacirleri
Biz bu diyaloğu sürdürürken Amerika’da adından söz ettiren ekonomistimiz Dani Rodrik’in Foreign Policy dergisinin Türkiye baskısında "Hayal Tacirleri" başlığını taşıyan ilginç bir makalesi yayımlandı. Rodrik, günümüzde küresel entegrasyon çabalarının kalkınma stratejisinin yerine geçmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek şöyle diyor:
"Yoksul ulusların hükümetleri uluslararası entegrasyona odaklanınca insan kaynaklarını, idari imkanlarını ve siyasi sermayelerini eğitim, kamu sağlığı, endüstriyel kapasite ve sosyal bütünlük gibi daha acil kalkınma önceliklerinden farklı yönlere harcıyorlar. Bu vurgu ile kamunun kalkınma stratejisini tartışması engellenerek henüz olgunlaşmamış demokratik kurumlara da zarar veriliyor. Dünya piyasaları bir teknoloji ve sermaye kaynağıdır ve gelişmekte olan dünyanın bu fırsatlardan yararlanmaması enayilik olur. Ancak küreselleşme kalkınmaya giden kestirme bir yol değildir. Ekonomik büyüme stratejilerinin başarılı olması, dışarıdan getirilecek uygulamalarla ülke içi kurumsal yeniliklerin akıllıca harmanlanmasına bağlıdır."

Seçeneğimiz nerede?
Makaleyi bütünüyle okuyunca vardığımız ortak noktada Dani Rodrik’le de buluştuğumuzu düşündüm. Ancak Türkiye bağlamında benim kafama takılan bir soru var: Türkiye gibi güçlü bir planlama geleneği ve iktisatçılık birikimi olan bir ülke neden kendi stratejisini, kendi çözümlerini üretemedi de bu çıkmazlara sürüklendi? Neden yapısal sorunlarımızı çözemedik de IMF’nin talimatıyla kanun çıkarma noktasına geldik? Bu sorular da başka bir tartışmanın konusu olabilir herhalde.

Fazilet Partisi’nin kapatılması kararının siyaset sahnesini ve ekonominin gidişatını nasıl etkileyeceğini henüz net olarak bilemiyoruz ama Fazilet Partisi’nin kapanmasına yol açan ve Türkiye’nin siyasetine yön veren unsurun ne olduğunu kesin olarak öğrenmiş bulunuyoruz. Cumartesi sabahı önde gelen gazetelerin manşetlerine bakan birinin bunu öğrenmemesi olanaksızdı. Sabah gazetesi, "Fazilet’i iki kadın yaktı", diye mahşet atmış. Hürriyet bu iki kadından birini seçerek ve Nazlı Ilıcak’ı kastederek "FP’yi de yedi" demiş manşetinde. Gazetemiz Milliyet ve Akşam ise diğer kadında karar kılmış ve "FP’yi Merve yaktı" başlığını kullanmış.
Ah şu kadınlar! Ellerinin hamuruyla erkek işine karışıp Fazilet’e sızmasaydılar ne parti kapatılacaktı ne de bu belirsizlikler yaşanacaktı. Erkek erkeğe gül gibi geçinip gidecektik en demokratik halimizle.