Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı



Profesör Rudi Dornbusch, ABD'nin önde gelen iktisatçılarından biri. Bildiğim kadarıyla, uluslararası finans kuruluşlarından bazılarına danışmanlık da yapan Dornbusch, zaman zaman uluslararası iş aleminin yakından izlediği dergi ve gazetelerde yazılar da yazıyor.
Ben değişik vesilelerle birkaç kez dinleme olanağını bulduğum ve bazı yazılarını okuduğum Prof. Dornbusch'un her yazdığına, her söylediğine hayran kaldığımı söyleyemem ama cuma günü katıldığım toplantıda, Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak yaptığı saptamaları dinlerken bunların bugünkü durumumuzu doğru değerlendirmek açısından önemli olduğunu düşündüm.

İstanbul'da, Lütfi Kırdar Kongre Sarayı'nda yapılan CNBC - e forumuna uydu bağlantısıyla katılan Dornbusch'un Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak yaptığı değerlendirmenin can alıcı cümlesi şuydu bence: "Türkiye'nin yeni bir ekonomiye ihtiyacı var; sizin ekonominizi ve siyasi sisteminizi yeniden yaratmanız gerekiyor."
"Türkiye'nin yeni bir ekonomiye ihtiyacı var" sözü ilk bakışta malumun ilanı gibi görünüyor ama bu gerçeğin ülkemizde tam anlamıyla kavrandığını sanmıyorum. Türkiye ekonomisinin artık alışmaya başladığı krizlerden birini geçirmekte olduğunu ve gene alışıldığı üzere IMF'nin desteğiyle bu krizin de atlatılacağını düşünenler hayli fazla. Türkiye ekonomisinin peş peşe krizlere girmesinin ve kriz nöbetlerinin giderek daha sık gelmesinin bir rastlantı olmadığını ve ciddi bir hastalığın belirtisi olduğunu algılayanlar ise azınlıkta. Olaya böyle yaklaşıldığında hastalığı teşhis etmeden krize çare bulma çabasının öne çıkması da kaçınılmaz oluyor. "IMF ile anlaşıp biraz da dış borç bulabilirsek bu krizi de aşarız" mantığıyla kısa vadeli çözümler peşinde koşuluyor.
Oysa eldeki veriler, Türkiye ekonomisinin, küreselleşmenin hızlandığı 1990'lardan itibaren çıkmaza girdiğini ve küresel ekonomiye ayak uydurmakta zorlandığını gösteriyor. Türkiye'nin son 50 yıllık GSMH reel büyüme hızı verilerine baktığımızda Türkiye ekonomisinin 1950 - 93 döneminde yalnızca üç kez (1954'te % 3, 1979'da % 0.5 ve 1980'de % 2.8) küçülme yaşadığını görüyoruz. Buna karşılık, bu yıl yaşanması kaçınılmaz görünen hatırı sayılır orandaki küçülmeyle birlikte son 8 yılda üçüncü kez büyük oranlı bir küçülme yaşamış olacağız. 1994'te ve 1999'da % 6.1 küçülen Türkiye ekonomisinin 2001 yılında da % 3 küçülmesi bekleniyor ama ekonomideki küçülmenin daha derin olabileceğini düşünenler de var.
Türkiye ekonomisi bundan önceki büyük tıkanmayı 1970'lerin sonunda yaşadı ve devlet komutasındaki ithal ikamesi ekonomisinden dışa açık piyasa ekonomisine doğru bir geçiş yaparak o tıkanmayı aştı. 1980'lerde dünya ekonomisiyle bütünleşme yolunda atılan adımlar sayesinde Türkiye uzunca süre IMF'ye gitmek ihtiyacını duymadan ekonomik büyümesini sürdürebildi.
Ancak 1980'lerde gerçekleştirilen birinci aşama reformları ikinci aşama reformlar izleyemediği için 1990'larda durum değişti. Küresel düzenin teknoloji, verimlilik ve rekabetin yanı sıra etik kurallarla, temiz toplumla, iyi yönetişimle de ilgili olduğu, "eş dost kapitalizmine" hayat hakkı tanımadığı göz ardı edildi.

Küreselleşmenin etkisi giderek artarken Demirel popülizmiyle yeniden tanışan Türkiye'nin "biz yaptık oldu" anlayışını kıramadığı ve yapması gereken reformları savsakladığı görüldü. Yüksek kamu açıklarıyla beslenen enflasyoncu büyüme modelini sürdürmeye çalışan Türkiye'de yatırımlar teklemeye ve ekonominin hemen tüm sektörleri uluslararası rekabet gücünü kaybetmeye başladı. İç tasarrufları kamu kesiminin emdiği ortamda taşıma suyla, yani dış kaynakla işini yürütmeye çalışan özel sektörün yeni alanlara girmesi, yeni teknolojilere sıçrayarak atılım yapması da mümkün olmadı. Tarım tökezlerken bilgi teknolojisinden yararlanan yeni sektörlerin gelişimi de sınırlı kaldı.
Son yıllarda birbirini izleyen krizlerin ve küçülen ekonominin ardında yatan gerçek, Türkiye ekonomisinin, küreselleşen dünyada ayakta kalma şansı olmayan bir yapıda olması. Bu yapıyı değiştirecek adımları atmadan kolay çözüm yolu yok. Bu nedenle sıkıntılı bir dönem yaşayacağız, belki de Prof. Dornbusch'un dediği gibi, ancak birkaç başarısız program serüveni yaşadıktan sonra doğru yolu bulup önümüzü göreceğiz. Bir kez bu gerçeği kavrayıp kendimizi ona göre hazırlarsak sahip olduğumuz dinamizmi de daha iyi kullanabiliriz diye düşünüyorum.

Klasik müziğin hemen hiçbir yerde fazla popüler olmadığı bir gerçek. Bu nedenle festivalleri sürdürmek, orkestraları yaşatmak giderek zorlaşıyor. Bu genel zorluklara bir de bizdeki krizin getirdiği zorlukları eklersek İstanbul Festivali'nin ne kadar zor koşullarda gerçekleşebildiğini belki daha iyi anlayabiliriz. Türkiye'nin ne yapıp edip uluslararası takvime giren bu festivali yaşatması lazım, çünkü klasik müzik çok popüler olmasa da uluslararası arenada prestij sağlama açısından etkili bir araç olabiliyor.
Bu yılki festival programının önceki yıllara göre biraz cılız kaldığı galiba doğru ama gene de kaçırılmayacak konserler var programda. Venedik Barok'u bugün ve yarın, İngiliz Barok Solistleri ile Monteverdi Korosu'nu 15 Haziran'da, kemancı Joshua Bell'i 19 Haziran'da, Güher - Süher Pekinel kardeşlerle Capitole de Tolouse Orkestrası'nı 24 ve 25 Haziran'da, Alban Berg dörtlüsünü 26 Haziran'da, Jan Garbarek'i 3 Temmuz'da dinleyebilirsiniz.

Son haftalarda yaşananlar şunu net bir şekilde gösterdi: IMF ile varılan anlaşmaya rağmen piyasalarda özlenen güven ortamı yaratılmış değil. Geçen yıl uygulanan programa baştan itibaren güvenen ve cömertçe kredi açan, böylece Hazine'nin borçlanma faizlerinin hızla düşmesini sağlayan mali piyasalar şimdi yoğurdu üfleyerek yiyor.
İçte ve dışta özlenen güvenin sağlanamaması, Türkiye'deki görünümün fevkalade çelişkili olmasından kaynaklanıyor. Sanki birbirinden kopuk iki Türkiye tablosu var karşımızda.
Birinci tabloda Kemal Derviş ve ona destek verenleri görüyoruz. Yurtdışından Jacob Frenkel gibi uzmanlar getirip çözümün bundan sonraki aşamasında enflasyonla mücadelenin nasıl yapılması gerektiğini tartışıyorlar, programın uygulanmasında izlenecek yolu, ayrıntılı önlemleri saptamaya çalışıyorlar. Bu ekip tüm hesaplarını, belki de başka çaresi olmadığı için, programa verilen siyasi desteğin aksamadan süreceği varsayımına dayandırıyor.
İkinci tabloda ise, siyaset sahnesinin altını üstüne getirecek çok boyutlu bir hesaplaşmanın hazırlıklarını görüyoruz. Bu hesaplaşmanın hazırlığını yapanlar, Derviş ve ekibinden ayrı bir dünyada yaşıyorlar sanki ve Türkiye ekonomisinin yeni bir siyasi çalkantıyı kaldıracak noktada olduğunu varsayıyorlar.
Sakat varsayımlara dayanan bu çelişkili tablolara bakan birinin ekonomiye ya da programın başarısına güven duyması gerçekten kolay değil.