Gelin, son günlerin moda deyimiyle, biraz “empati” yapalım. Tekelin tutun fabrikalarında çalışan bir işçisiniz. Elinize yaklaşık 1300 TL geçiyor. Ailenizi kıt kanaat geçindiriyorsunuz. Günlerden bir gün devlet sigara fabrikalarını özelleştirmeye karar veriyor. Çalıştığınız fabrikayı özel bir şirkete satıyor. Şirket, sizin de çalıştığınız dört fabrikayı kapatıyor. Artık işçi değilsiniz. 657 Devlet Memurları Yasası’na tabi, geçici sözleşmeli personelsiniz. 600 TL maaşla 10 ay çalışacaksınız. Sendika üyeliği, kıdem tazminatı gibi haklarınız olmayacak. Sözleşmeniz bir yıllık. Yenilenmezse işsizsiniz. Başka bir deyişle, bir kamu tüzel kişisi olan Tekel ile yaptığınız iş akdi, devletin tek yanlı bir kararı sonucu, size sormadan değiştiriliyor. 600TL ile ailenizi nasıl geçindireceksiniz? Çalışmadığınız iki ay ne olacak? Bunu düşünen yok.
Bıçak kemiğe dayanmış. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok. “Bari Ankara’ya gideyim, aynı durumdaki arkadaşlarımla birlikte toplanıp Hükümet’e durumumuzu anlatmaya çalısalım. Belki sesimizi duyurur, bir çare bulunmasını sağlarız” diye düşünüyorsunuz. Kendinizi yola vurup Ankara’ya geliyorsunuz. Gelin görün ki, Ankara’da sizi bekleyen çözüm değil, dayak. Gösteriye katıldığınız için polis tarafından bir güzel dövülüyorsunuz. Üzerinize su sıkılıyor, gözyaşartıcı bomba atılıyor. Biber gazına karşı limonun iyi geldiğini ilk orada öğreniyorsunuz. Limonu sadece gözünüze değil, umutlarınızın içine de sıkıyorsunuz.
Polisin barışçı bir gösteri yaparak seslerini duyurmaya çalışan işçilere karşı şiddet kullanması, toplantı ve ifade özgürlüğü ile ne ölçüde bağdaşıyor? Bu sorunun yanıtını AIHM’nin Oya Ataman kararında (5.12.2006) bulabilirsiniz.
Karardaki olay şöyle: İnsan Hakları Derneği İstanbul’da bir protesto gösterisi düzenliyor. Polis, göstericilere, gösterinin izinsiz yapıldığını, dağılmaları gerektiğini söylüyor. Göstericiler dağılmayınca, cop ve biber gazı kullanıyor. Oya Ataman da göstericilerden biri. Ataman’ın savcıya yaptığı şikâyet ve takipsizlik kararına itirazı sonuçsuz kalıyor.
Oya Ataman, AIHM’ye yaptığı başvuruda, biber gazı kullanılmasının Sözleşme’nin kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesini, gösterinin polis tarafından dağıtılmasının, toplantı özgürlüğüne ilişkin 11. maddesini ihlal ettiğini ileri sürüyor.
AIHM, biber gazına ilişkin şikâyetle ilgili olarak, bu gazın insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olduğunu belirtti, ancak başvurucunun biber gazının kendisinde nasıl etki yaptığını gösteren tıbbi rapor sunmadığı gerekçesiyle bu şikâyeti reddetti. Bu gibi durumlarda rapor önemli.
İkinci şikâyetle ilgili olarak, AIHM için önemli olan, gösterinin barışçı olup olmadığı. Kamu düzeni açısından tehlike yaratmayan, barışçı bir gösteri ise, polis müdahale etmeyip, aynı zamanda toplantı özgürlüğünü koruyacak önlemleri almakla yükümlü.
Ataman kararında AIHM, yasanın, göstericilerin ilgili makamlara önceden bildirim yapmasını öngördüğünü ve göstericilerin bu koşula uymadıklarını göz önünde bulunduruyor. Ancak, AIHM’ye göre bu durum “Toplanma özgürlüğünün ihlalini haklı göstermez... Göstericiler şiddet eylemlerine başvurmadıkları sürece, ilgili makamların barışçı toplantılara karşı hoşgörülü davranmaları gerekir. Aksi takdirde, Sözleşme’nin 11. maddesinde güvence altına alınan toplantı özgürlüğünün içi boşaltılmış olur.” AIHM bu gerekçelerle toplantı özgürlüğünün ihlal edildiğine ve Türkiye’nin tazminat ödemesine karar verdi. Karardan da anlaşılacağı gibi, sorun polisin kullandığı gücün orantılı olup olmadığı değil. Sorun, barışçı bir gösteriye polisin güç kullanarak engel olması.
Hükümetin işçilerin taleplerine şiddetle karşılık vermesi tekel işçileriyle sınırlı değil. İtfaiye işçilerinin, demiryolu işçilerinin taleplerine de aynı yöntemlerle yanıt verildi.
Günümüzde kimlikler ve buna ilişkin talepler ön planda. Ancak unutmamak gerekir ki, demokrasi sadece farklı kimliklerin değil, aynı zamanda sınıfların da uzlaşmasına dayanıyor. O nedenle, Hükümet’in işçi taleplerini şiddete başvurarak bastırmak yerine, bu taleplere kulak vermesi demokrasinin bir gereği.