Anayasa Mahkemesi’nce dokunulmazlığı kaldırılan İtalya Başbakanı Berlusconi 4 Aralık’ta rüşvet vermek sucundan yargı karşısına çıkacak. Berlusconi yaptığı konuşmada, yargının ideolojik yaklaşımlarla hareket ettiğini ileri sürdü ve “Hükümeti devirmek isteyen yargıçlar var. İç savaşın eşiğine doğru gidiyoruz. Beni devirerek halkın iradesini tersine çevirmek istiyorlar” dedi. Aynı gün, Sn. Başbakan Erdoğan da Danıştay’ın son kararının ideolojik olduğunu söyledi. Yargının halk iradesine karşı çıkamayacağını birçok vesile ile söylemişti. Bu sözleri söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de olabilirdi.
Her uç liderin de ortak yanları var. Üçü de muhafazakâr, popülist, otoriter eğilimlere sahip. Üçü de karizmatik, kitlelerle rahat ilişki kurabiliyor. Üçü de ülkelerinde, Fransız yazar Emmanuel Todd’un “demokrasi sonrası” diye nitelendirdiği, dışardan bakınca demokrasi gibi gözüken ama gerçekte demokrasiden epeyce uzak yeni bir dönem açtılar. Bu dönemin en büyük özelliği siyasal iktidarların seçimle iş başına gelmiş olmayı yani demokrasinin biçimsel yanını öne çıkararak, demokrasinin özünü oluşturan hukuk devleti, bireysel hak ve özgürlükleri arka plana itmesi. Çoğulculuktan çok, çoğunlukçuluğa dayanması.
Muhalefet olmazsa yargı
Popülist demokrasi döneminin bir başka ortak özelliği ise, muhalefet boşluğu. Özellikle de sol muhalefetin güçsüzlüğü. Siyasal iktidarı Meclis içinde frenlemek olanağı bulunamayınca, bu görev yargıya kalıyor. O nedenle siyasal iktidar sık sık yargı ile karşı karşıya geliyor.
Bu tür popülist demokrasilerde görülen bir diğer ortak özellik, siyasal iktidarın devleti ele geçirme çabaları. Yöntemler farklı olsa bile amaç hep aynı.
Nihayet, siyasal iktidarın iş çevreleri ile iç içe olması, özelleştirmelerde, ihalelerde yandaş iş çevrelerinin kollanması bu rejimlerde sık görülen bir durum.
Bu ortak kalın çizgiler dışında, her ülke kendine özgü koşullardan ve demokrasi kültürünün içselleştirilmesinden kaynaklanan farklılıklar gösteriyor.
Türkiye’yi yöneten siyasal parti, dinin siyasallaştırılmasına dayanan bir ideolojiye sahip. Bu ideolojiye uygun yeni bir toplum, yeni bir insan yaratmaya çalışıyor. Bir toplumsal mühendislik projesini gerçekleştirme peşinde. Oysa bu projenin kendisi, içinde otoriterlik barındırıyor.
Öte yandan, Türkiye başka bir otoriterlikten -ulusalcı otoriterlikten- kurtulmaya çalışıyor. Bu alanda epeyce mesafe aldığı da söylenebilir. Ancak yanılgı şu: Ulusalcı otoriterlikten uzaklaşmanın otomatik olarak demokratikleşmeyi getirdiği sanılıyor. Oysa Türkiye ulusalcı otoriterlikten uzaklaşırken başka bir otoriterliğin çemberine giriyor.
Yargı üzerindeki baskı
Muhalif basın üzerindeki baskılar, Ergenekon davasını gerçek suçluların ötesine uzanacak biçimde genişleterek bir sindirme, gözdağı verme aracına dönüştürülmesi, iktidara muhalif neredeyse herkesin telefonunun dinlenmesi, yargı üzerindeki baskılar, üniversiteyi yandaşlaştırma çabaları Türkiye’yi giderek daha otoriter bir devlet yapıyor.
İktidarın dayandığı dinsel cemaatler -İslamcı sermaye- liberal elit koalisyonu Türkiye’de büyük bir siyasal güç yoğunlaşmasına yol açmış durumda. İktidarı eleştirmenin, aynı değerleri paylaşmamanın bedeli, demokrasi karşıtlığı ile suçlanarak “ötekileşmek”, dışlanmak ve iktidar denetimindeki kurumlar aracılığıyla türlü baskılara maruz kalmak.
İktidarın popülist demokrasisinin dayandığı temellerden biri de “mazlum ve mağdur”ların partisi olduğu söylemi. Oysa iktidarın ne denli mazlum ve mağdur koruyucusu olduğunu anlamak için işçi ve memurlara karşı tutumuna bakmak yeterli.
Türkiye bu totaliter, popülist demokrasi ya da demokrasi sonrası dönemi kapatıp, gerçek demokrasiye geçebilecek mi?
Bunun gerçekleşmesi birçok ulusal ve uluslararası etkene bağlı. AB ile ilişkiler bunların en önemlilerinden. Ama her şeyden önce, insanlara daha demokratik, daha eşitlikçi bir proje vaat edebilen yeni bir siyasal seçeneğe gereksinim var. Ancak ondan sonra, demokrasi sonrası dönemden, gerçek, kalıcı bir demokrasi çıkması umutları doğacak.